16 Temmuz 2008 Çarşamba

UMUT VE KAYGI ARASINDA
GÜNEYDOĞU'DA LİSE GENÇLİĞİNİN
YAŞAM DÜNYALARI ÜZERİNE
BATMAN VE SİİRT'TGİRİŞ


Modern dünya herkesin kendisini gurbette hissetmesini sağlayan bir büyük hareketliliğin adıdır aynı zamanda. Küreselleşme denilen bir süreç içerisinde gitgide küçüldüğünden sözedilen, bİr büyük "köy"e dönüşmüş olan bu dünyada, bir yandan da sözkonusu hareketlilikten kaynaklanan "kopuş", "yerinden yurdundan olma" "evsizleşme" gibi tecrübeler artmaktadır. Kuşkusuz bütün bu tecrübelerin yaşanmasına en fazla yol açan, yine modern dünyanın bir sonucu olan sanayi dünyasının istihdam ihtiyacı olmuştur. İnsanlar, tarihlerindeki en büyük göçü, böylece, sanayinin harekete geçirdiği bir dünya sayesinde/yüzünden yaşamış oldular. Daha önce insanlar bir çok savaşlar, doğal afetler ve sair sebeplerle büyük göçler veya sürgünler yaşamışlardır. Ancak bu tarz bir hareketliliğe herhalde insanlık daha önce tanık olmuş değildir.
Kuşkusuz modern dünyadaki bu nüfus hareketliliğinin tek motivasyonu, sadece sanayi değildir. İlk büyük ivmesini sanayi toplumuyla almış bu "büyük göç" zaman zaman başka faktörlere de bağlı olarak gelişebilmiştir. Örneğin, yine bu çağda yaşanmış olan iki büyük dünya savaşı ve aralardaki irili ufaklı bir çok savaş da göç olgusuna bir çeşit ivme ilave etmişlerdir. Kaldı ki, bütün modernliği ve ilerlemişliğiyle birlikte çağımızın savaşlarının da kendine özgü bir yanı vardır ve bu da hiç bir şekilde övünülebilecek bir şey değildir: Bütün çağlar boyunca yapılmış savaşların toplamında ölmüş insanların sayısı, muhtemelen bir dünya savaşında ölmüş insan sayısı kadar olmamıştır. İslâm tarihinin tamamında yaşanmış bütün içsavaşlarda ölen insanların sayısını, sekiz yıl sürmüş bir İran-Irak savaşı kısa zamanda yakalamıştır. Bir aylık bir bombardıman esnasında, 91'deki Körfez Savaşı'nda, müthiş teknoloji gösterilerinin büyüleyici medyatik görüntüleri altında yüzbinden fazla insanın ölmüş olduğu gerçeği, son derece sıradan bir sonuç olarak kabul edildi. Savaşların devasa boyutlara ulaşan büyüklüğünün yanısıra, yol açtıkları sonuçlar da büyük olmaktadır. Bir çok insan savaşlar dolayısıyla yerinden yurdundan olmakta; daha önemlisi, savaşlar dolayısıyla insanların kaybettikleri veya kazandıkları toplumsal konumlar düzeyinde bir hareketlilik sözkonusu olmaktadır
.

1.1. BİR BÜYÜK GURBET
VEYA DİASPORA OLARAK MODERN DÜNYA
Hangi nedenlerle olursa olsun, toplumsal veya coğrafî hareketliliğin yüksekliği, modern dünyayı karakterize eden bir durumdur. Bu yanıyla modernlik sosyologların da özel ilgisini haketmiş, o oranda da bu konuda ortaya konulan sosyolojik kavramsallaştırmaları teşvik etmiştir. Modernliği bir çeşit "sürgün" olarak ele alan sosyologlar, örneğin, modern dünyada herkesin kendini nisbet ettiği bir konuma; kendini özdeşleştirdiği bir kimliğe referansla, kendini yurdundan uzakta hissettiğine işaret etmişlerdir. Örneğin Papastergiadis'in John Berger'in edebiyatı üzerine yaptığı bir çalışmasının adı "Bir Sürgün Olarak Modernlik" tir. Burada sürgün, bilinen anlamıyla bir resmî idare tarafından verilmiş bir cezaya işaret etmez. Aksine bizzat modernleşmenin, sanayileşmesiyle, kentleşmesiyle ve küreselleşmesiyle, son iki yüzyıldır bütün insanları yerlerinden yurtlarından etmek suretiyle herkesi bir bakıma sürgün etmiş olduğu teması işleniyor. Bu sürgün ortamında yoğun bir "yabancılaşma" tecrübesi ve hissi yaşayan insanların duyguları, heyecanları, endişeleri, yalnızlıkları John Berger'in olduğu kadar aslında başarılı sayılan tüm modern edebiyatçıların yazılarındaki baskın temalardır. Hatta denilebilir ki, modern edebiyatta başarılı olmanın şartlarından biri, böylesi bir gerçekliği yansıtabilme Yyeteneğini gösterebilmekte yatar. Modern hayat, bu sürülmüşlük duygusuna yol açtıkça, yanısıra bir başka duygunun daha gelişmesi de mukadder olmaktadır. O da nostalji duygusudur. Nostalji, bir bakıma bu sürgün duygusunun bir şekilde giderilme ihtiyacına karşılık veren bir duygu, tabi aynı zamanda bir tüketim sektörüne dönüştüğü ölçüde de (kuşkusuz, modern tüketim kültürü herşeye yaptığını bu duyguya da yaparak, onu da tüketimin konusu yapmakta, seri üretim ve metalaşma sürecine sokmaktadır) hiç bir zaman bu duyguyu artırmaktan başka nihâî bir sonuç vermez.
Esasen bu "sürgün" duygusunu ilk anda veren nesnel gerçek, neredeyse hiç kimsenin doğduğu yerde ölmemecesine yaygın bir hareketliliğe tâbî olması gerçeğidir. Bu hareketliliklerin sonucunda şekilleri de kendine özgü bir hal alan modern kentlerde insanlar, alabildiğine kozmopolit toplumsal manzaraların tam ortasına düşmekte veya bu tür manzaraların oluşumuna sürekli olarak katkıda bulunmaktadırlar. Durkheim'in daha önce Anomie kavramıyla çok iyi tasvir ettiği, modern kentlerdeki norm bunalımı, bizzat böylesi bir "gurbet" tasavvurunun başka bir ifadesiydi. Freud'un, medeniyet kavramını, bütün olumlu yanlarına rağmen yol açtığı memnuniyetsizlikler temelinde almasına yol açan, yine bu kent ortamının bütün değer ve normları allak bullak eden doğası olmuştur. Aslında Aydınlanma'nın daha ilk zamanlarında bile toplumsal sözleşme teorisyenlerinden Rousseau'nun yazılarında bile, bizzat toplumsallaşma olayının, hatta insanlığın "ilerilik" adını verdikleri hemen herşeyin bir çeşit "yabancılaşma", bir çeşit "bozulma" olduğu düşüncesi telaffuz ediliyordu. Kendi çağındaki genel uylaşımı bozan görüşüyle Rousseau, ilimlerde ve sanatlarda ilerleme kaydetmenin, insanlığın genel seviyesindeki düşüşe nasıl yol açtığını gösteriyordu (Rousseau, 1997).
Bu arada, modern ideolojilerin önemli bir kısmı da, kitleleri harekete geçirdikleri belli bir mücadele sürecinin sonucunda ulaşılacağını düşündürdükleri bir "devrim", "kurtuluş" vs. menzillerden uzaklığı da bir çeşit "sürgün" veya bir çeşit "gurbet" olarak hissettirmeye katkıda bulunurlar. Öngörülen devrimden uzaklık oranında insanlar kendilerini ya "sürgün" veya en iyi ihtimalle "gurbet"te hissederler. Çağımızda küresel çapta bu "gurbet" hissini yaşatabilmiş en büyük ideolojilerden biri marksizm olmuştur. Marksizm, insanlığın zaten komünal çağı geçer geçmez aynı zamanda binlerce yıl süren bir gurbet sürecine girdiği varsayımına dayanıyor. Bugün bu gurbetin aşılabilme ihtimali, proleteryanın bilinçlenip zincirlerini kırabime ihtimaline bağlanmıştır. Proleterya lümpenleştikçe, bu gurbetin süresi daha da uzamış, giderek bu gurbetin aşılamayacağı yönünde bir karamsarlık bizzat bu ideolojiye mensup olanlara bile galip gelmeye başlamıştır. Tabii gurbetin birinci durumda radikal bir muhalefet hareketini tahrik etmesine karşılık, ikinci durumda yani sılanın uzaklığı hissedilmeye başlaması oranında toplumsal sistemlere bir "uyum" ideolojisine dönüşmesi de mukadder olmaktadır.
Dinler de bu "gurbet" duygusunu, öteden beri ihssetmeye zaten doğaları gereği çok müsaittirler. Dinlerin doğası, çünkü, büyük ölçüde bir çeşit "çöküş" temasına dayanır. Yani dini insanlara tebliğ etmiş olan ilk nesil her zaman insanların en hayırlısı olmuş, onların ortaya koydukları pratik en ideal ve taklit edilmesi veya model alınması gereken bir pratik, yaşadıkları zaman en hayırlı zaman, yaşadıkları yerler de en hayırlı yerler olmuştur. O nesillerden, o insanlardan, o mekanlar ve o zamanlardan uzaklaşıldıkça, insanlar, zamanlar, mekanlar ve nesiller kötüleşmektedir. Bizzat bu duygu, insanlara yaşanılan herhangi bir zaman veya mekanı bir çeşit "gurbet" veya "sürgün" olarak hissetirmeye yeter. Esasen Yahudiliğin en önemli arketiplerinden birini, tarihte bir kaç kez yaşamış oldukları büyük sürgünler, veya özel deyimiyle "diaspora"ları olmuştur. Diaspora, tarihsel olarak Yahudilere ait bir kültür olmakla birlikte yukarıda, özellikle belli dinlerin veya ideolojilerin, öngördükleri gelecekteki veya geçmişteki "altın çağ ve mekanlar"dan uzaklıklarını ifade eden bir söylem ve ruh halinin kavramsal ifadesi olarak yeniden tanımlanabilir.
Nitekim, böyle de tanımlanmıştır. Ahmed ve Donnan, (1994) örneğin, Avrupa'daki değişik milletlere mensup bir çok insanın mevcudiyetini; bunların kendi dinlerini yaşama ortamını bulamamalarını; öğrencilerin öğrenimlerini sürdürebilmek için kendi yurtlarından uzaktaki yaşamlarını vs. bir çok durumu bu kavram, yani diaspora kavramıyla anlamlı kılmaya çalışıyorlar. Schulze, Stokes ve Campbell (1999) de, Ortadoğu'daki milliyetçi söylemleri, azınlıkların azınlık söylemlerini yine diaspora kavramıyla anlamlandırmaya çalışarak, kavramın Yahudiliğe münhasırlığını gideriyorlar. Bu arada daha önceki bir çalışmamızda, Türkiye'de Cumhuriyet döneminden itibaren, Türkiye'de başta laiklik politikalarından etkilenen önemli bir kesim olmak üzere, genel olarak bir çok kesimde yaşanan hızlı değişimin yarattığı "uzaklaşma", "mağduriyet", "öz yurdunda sürgün, özvatanında paryalık" duygularını ve söylemlerini bir çeşit Türk-Müslüman diasporası içerisinde ele alabileceğmizi önermiştim (Aktay, 1997; 1998). Esasen bu çalışma, modernleşme sürecini değişik safhalarıyla yaşamakta olan Türkiye'de, bu safhalara denk düşecek şekilde beli kesimlerin bu duyguya yakalandığı varsayımına dayanıyor. Bu varsayımdan yola çıkarak, bu kapsama alınabilecek bazı tecrübelerin modernleşme süreciyle ilişkili gelişimini irdeleyen daha geniş bir projenin bir parçası olarak, Güneydoğu'da zorunlu göç durumunun yarattığı düzensiz şehirleşmenin ortasındaki insanların zaman, mekan ve kendilik algılarını tespit etmeye çalıştık.
Bir çeşit "Diaspora'nın Güneydoğu'su" başlığı altında da mütalaa edilebilecek bu çalışma, son 15 yıldır, doğal olarak terör dolayısıyla ani ve hızlı bir göç olayına sahne olan Güneydoğu'da, bu göç olayının yarattığı moral durumu ve bundan sonra yol açması muhtemel nüfus hareketleri veya modernleşme örüntüleri temelinde fazla incelenmedi. Esasen, 15 yıldır yaşanmakta olan göç, son bir kaç yıldır nisbî bir durulma sürecine girmiş bulunuyor. Boşalacak köyler boşalacağı kadar boşalmış, insanların şehirde tutunabilenleri tutunmuş, tutunamayanları başka yerlere gitmiş durumda. Bu anlamda, zamanlama olarak göçün vukû bulduğu esna değil de, tam şimdi, oluşan yeni şehir tabloları, demografik yapı veya süreç, kültürel ve sosyo-ekonomik ortam, üzerinde zengin sosyolojik analizlerin yapılabileceği bir laboratuar görüntüsü vermektedir.
Hakikaten, ânî göçün henüz vukû bulmuş olduğu bir dönemde, köylerinden boşalarak belli bir yere gelmiş insanların geleceği için bir kestirimde bulunmak çok kolay değildir. Bugün gelmişse geri dönme eğilimi olup olmadığını tespit etmek de kolay değildir. Zaten isteyerek gelmemiş olduğu için fırsat verilse hemen gidecektir. Ancak bir süre şehirde kalıp şehrin cazibesine alışınca, şehrin önünde açtığı yeni yaşam standartları ve girişim ufuklarıyla tanışınca, köye dönmeme seçeneği daha ağır basmaya başlayabiliyor. Güneydoğu üzerine yapılan bir çok çalışmada, bu arada politikacıların da bu konudaki genel kanaatleri, köylerinden zorla göç ettirilen insanların, kendilerine fırsat verildiği takdirde hemen geri dönebilecekleri, buna çok istekli oldukları yönündedir.
Bu amaçla Refahyol hükümeti zamanında, yani 1996'nın Temmuz, Ağustos aylarında dönemin başbakanı Necmeddin Erbakan, köye dönüş imkanının açılmasını bir müjde olarak verdiğinde, bu, terörün sürüyor olması dolayısıyla gerçekçi bulunmamış olması bir yana, zamanlama olarak hâlâ "köye dönüş"ün bütün göçmen köylüler için hâlâ baskın bir seçenek olduğunu ifade ediyordu. O dönem gerçekten de nasıldı bilinmez ama, şimdilik en azından bu yaygın kanaatin aksine, bütün nostaljik duyguların baskınlığına rağmen, köye dönüş seçeneğinin göçmenlere bile artık çok cazip gelmediği açıkça görülüyor. Bütün nostaljik duygulara rağmen diyoruz, gerçekte bu duygular, tam da şehirleşen insanların en azından belli bir süre sürdürdükleri bir duyguya denk düşüyor bu. Geldikleri yerlere büyük bir hasret hissi beslese bile, ok yaydan çıkmış, macun tüpünden akmış geri döndürmek mümkün değildir artık.
Buna rağmen değişik vesilelerle işlenen nostaljik söylemler aracılığıyla geliştirilen diaspora atmosferi ayrıca irdelenmeye değer olacaktır. Çünkü bu atmosfer, hem politik tavır ve tutumların gelişiminde belirleyici bir faktördür, hem de insanların moral ve motivasyon sosyolojilerinin yapılmasına imkan tanıyacak bir atmosferdir. Esasen, hâlen terör olaylarının sürdüğü bu bölgede, zoraki göçün bütün dramatik şekli veya sonuçlarına rağmen, bütün bu, hatırlanması bile insanda bir gelecek ve varoluş kaygısı uyandıran tecrübelere rağmen, hatta bunların hafızalardaki bütün izlerine rağmen, insanların büyük bir iyimserlik içinde bulunmaları şaşılacak şekilde gözlemlenmiştir. İnsanların Arabesk dinliyorlarsa çok karamsar olmaları gerektiğini varsayıyorsanız, örneğin, ya karamsarlık ölçmek için başvurduğunuz ölçeği sorgulamanız gerekecek, nitekim biz de sorgulamak zorunda kaldık, veya insanların iki birbirine zıt tecrübeyi aynı anda yaşayabiliyor olduklarını kabul etmek zorunda kalacaksınızdır. Tıpkı şairin dediği gibi: "bu ne yaman çizgidir bu / yaprak döker bir yanımız / bir yanımız bahar bahçe". O yüzden Güneydoğu'da, başta sadece bir göç araştırması olarak tasarladığmız bu çalışma "umut" ve "kaygı" diye aynı anda birarada yaşamakta olan iki baskın duygu üzerinde yoğunlaşmamızı gerektirdi. Gerçekte ise, diaspora tecrübesinin zaten bu iki duygu arasında bir şey olduğu ve bu yönüyle güçlü toplumsal hareketleri motive ettiği gerçeği kendini hatırlattı. Bu toplumsal hareketlerin mevcut toplumsal yapya muhalif olma ihtimali kadar hatta daha büyük bir ihtimalle, onunla uzlaşması ve nihâî anlamda bir çesit "sistem" yapısı altında onunla eklemlenebilme ihtimali de ayrı bir gerçek olarak ortaya çıktı.
Diaspora bir fikirden ziyade bir ruh hali olarak tanımlanabilir. Özellikle tahakkuku gelecekteki bir "ideal devlet"te, bir, eskatolojide veya bir "devrim"de mümkün görülen her çeşit ideal böylesi bir tecrübeyi yaşatır. Ancak her çeşit diaspora'nın, somut şiddet içerikli bir mücadeleye dönüşmesi şart değlidir. Esasen hayatın hızla akan yapısı, uzun soluklu silahlı mücadeleleri tolere edemeyecek kadar buharlaştırıcıdır. Bu şu anlamdadır, ekmek, aş, istikrar ve güven isteyen kitleler, bir çeşit diasporayı gidermek için bile olsa, bütün bu isteklerinden uzun süre vazgeçmeye meyyal değildirler. O yüzden hiç bir radikal toplumsal hareket, bırakın bir kaç nesil aynı heyecan ve enerjiyle sürmesi, bir nesil içinde bile aynı tempoyla kolay kolay süremez. O yüzden diaspora tasavvurunun, bir şekilde mevcut olan toplumsal ve siyasal ortamla "kerhen" de olsa bir barışın imkalarını arayıp zorlayan bir ideolojiye eklemlenmesi hemen her zaman kaçınılmaz olmaktadır.
Biz bu kavramsal çerçeve içinde, Güneydoğu'daki göç olayını, enine boyuna bütün yönleriyle değil, sadece bu yönüyle, yani en azından bir kaç yıldır göç etmiş bulunan insanlarla beraber yaşamakta olan bir şehir halkının geliştirdiği moral, kimlik ve motivasyon eğilimleri yönüyle ele almayı denedik. Bütün bu eğilimlerin toplamından bir diaspora ortamını teşhis etmeye çalıştık. Bu teşhisimizin semptomlarının görünebileceğini umduğumuz bir anket çalışması düzenledik; anketlere verilen cevapların gerçek durumları yansıtamama ihtimaline karşılık, bir sosyolojik saha araştırmasında pek sık denenmeyen bir yol deneyerek, deneklerden bir de anket sorularının sınrlarına tâbî olmadan içlerini dökebilecekleri şekilde iki kompozisyon sorusu sorarak cevaplamalarını istedik. Bunun yanısıra, bölgede bir çok insanla, resmî yetkiliyle bire-bir özel görüşmeler yaptık. Bütün bu girişimlerin sonucunda, bu konuda, bir bölge insanı olmaktan kaynaklanan avantajların, sosyolojik bir araştırma için bazen bir dezavantaja dönüşebilecğini bilerek, varolan bazı kanaatlerimizi test etmeye çalıştık.

1.2. SOSYOLOJİK İLGİNİN KONUSU OLARAK GÖÇ
Sosyoloji, bir bilim disiplini olarak bir bakıma yukarıda resmedilen şekliyle dünyadaki büyük hareketlenmenin hemen akabinde şekillenmeye yüz tutmuştur. İlgilenilen büyük hareketlilik ilk etapta, tabiî ki coğrafî yönüyle olmuştur. Yani ilk etapta coğrafî göçün dinamikleri üzerinde durulmuş, bu göçün aile ve toplum yaşamı üzerindeki derin etkilerine tanıklık etmesi istenmiştir sosyolojinin. Dolayısıyla, modernleşmeyi, kendine eşlik eden bütün kentleşme, sanayileşme, rasyonalleşme, sekülerleşme boyutlarıyla birlikte bir büyük göç olarak tasavur ettiğimizde, sosyoloji de bir bakıma bir "göç bilimi" olarak yeniden tasavvur edilebilir. Sanayi toplumunun ortaya çıkmasıyla birlikte insanların sadece coğrafî mekanlarında bir değişiklik olmadı, aynı zamanda aile yapılarında, hayata bakış tarzlarında, geçimlerini temin yollarının tabiatında da bu değişim paralel olarak yaşandı. Bir değişim bilimi olarak sosyolojinin ilgi alanına giren, onun için bir alt disiplin konusu oluşturan herşey bu "büyük göç süreci"nin bir sonucu olmuştur.
Bununla birlikte, sosyoloji, yine de teknik bir deyim olarak "göç" olayına mevzî bir deyim olarak ayrı bir yer vermiştir. Bu kavram için pek çok kavramda olduğu kadar çok yoğun bir karmaşa olmamakla birlikte, yine de nasıl tanımlanacağıyla ilgili ve özellikle bunun sayısal incelemelerinin nasıl yapılabileceğiyle alakalı sorunlar varolagelmiştir. Sorun, özellikle üzerinde bazı istatistiki işlemler yapılacağı zaman, göçü yukarıda tanımladığımız geniş şekliyle ve aslında hiç bir beşerî hareketliliği dışarıda bırakmayan bir tanımının işlevsel olamamasıyla alakalı bir sorundur (Tekeli, 1998). En coğrafî anlamıyla bile, doğduğu yerden başka bir yerde bulunan insanların, en basit bir göçmen tanımının içine sokulabildiği bir durumda, daha bir ayrılması gerekli göç hadisesini diğerlerinden ayırmanın zorluğu ortaya çıkar. Dahası böyle bir göç olayını diğer zamanlardan çok farklı bir hadise olarak algılama zorluğu da ortaya çıkar bu durumda. Çünkü insanlar, doğaları gereği hep hareketli bir yaşam sürerler, ne bitki gibi toprağa bağlı, ne de hayvanlar gibi hava ve iklime bağımlı bir konumları vardır. Onların hareketliliklerini belirleyen bir sürü faktör vardır.
Buna rağmen, sosyolojik olarak göç, genellikle sanayi toplumuyla ilişkisi çerçevesinde ele alınmış bir olgu, bu çerçevede de "işgücünü mekanda üretimi daha etkin kılacak şekilde yeniden dağıtırak mekân organizasyonunun sistemin taleplerine uyumunu sağlayan bir mekanizma" (Tekeli, 1998: 11) olarak gürülmektedir. Bu tanımı baz alan Tekeli'ye göre, kişinin mekânda yer değiştirmesinin, sanayi toplumunun üretim düzeni açısından üç farklı sonucu vardır. Birincisi, "üretim için gereki emeğin yer deişitirmesi; ... ikincisi, sermayenin yer değiştirmesi...; üçüncüsü de tüketicinin ya da pazarın yer değşitirmesidir. Sanayi toplumuna ilişkin göç analizleri genellikle soruna emeğin yer değiştirmesi olarak yaklaşmışlar, diğer iki sonucun topluma etkilerini genellikle ihmal etmişlerdir" (aynı yer). Gerçekten de büyük işadamlarının "göç"ü sosyoloji çevrelerinde fazla mevzubahis olmaz. Çünkü işadamları, genellikle kendi iradelerinde özgür, kendi sermayelerinin verdiği güçle sınırsız seçenek karşısında bulunmakta ve istediği yere konarak orayı kendine ait kılmak gibi bir inisiyatife sahip olarak düşünülür. Aslında bu düşüncenin kendisine bile bir göz atıldığında, göç kavramı hakkında yola çıkılması gerekli bir çıkış noktası sağlanmış olur. Bu da "zorunluluk" veya en azından "zorlayıcılık" faktörüdür.
Genellikle insanların, durduk yerde sırf hayatlarında bir değişiklik olsun, bir fantezi olsun diye göç etmedikleri düşünülür. Göç genellikle dramatik tablolar eşliğinde, kaderin garip bir cilvesi olarak tasavvur edilir. Her ne kadar yine Tekeli (s. 13-14), göç olayının seçici bir süreç olduğuna dikkat çekiyorsa da, bu seçicilik, bir kez yola çıkmak zorunda kalmış olanın nerede konaklayacağıyla alakalı olarak, yine de seçeneği fazla olmayan bir süreçtir. Aslında göçle ilgili artık iyice konvansiyonelleşmiş çalışmalar, özellikle köyden kente göçü, "köyün itici etkileri" ile "şehrin çekici etkileri" arasındaki köylünün verdiği bir karar olarak düşünürler. Kuşkusuz bu iki etken arasında, "şehrin çekici etkileri" kavramı, şehrin sunduğu hizmetlere, şehrin ışıklarına, güzelliğine ve sağladığı birçok imkâna büyük bir tutku beslemeye başlayan insanların, hiç de mecbur olmadıkları halde, sırf hayat tarzını değiştirmek üzere aldıkları özgür bir karar olarak ortaya çıkıyor olduğunu akla getirmektedir. Gerçekten böyle mi olmaktadır?
70'li yıllara kadarki köy araştırmaları, biraz da modernleşmeci tarih modelinin de etkisiyle, köy hayatının ve köyde yaşamanın, modern hayatın cazibesinden ziyade, kapitalizmin gelişiminin dayatacağı zorluklar ve baskılar yüzünden sona ereceği beklentisince belirleniyordu (Çağlar, 1986). Bu görüş, aynı zamanda, büyük ölçüde de kapitalizmin başka türlü üretim tarzlarını yok edeceği yönündeki marksist paradigmanın köy sosyolojisindeki bir ifadesiydi. Oysa kapitalizmin gittikçe gelişmesine ve hemen hemen bütün herşeyi kapsamına almaktan vazgeçmeyen yayılma eğilimine rağmen, köylülüğün ve köyde tutunma arzusunun hâlen sürdüğü görüldü. Ne şehrin mutantan kibri ve cazibesi, ne de köyün iticiliği, insanları köylerini tümüyle terkedip şehre yerleşmeye yöneltmiyor. Veya en azından bu mecburiyeti hissetmeyecek yeterlilikte bir sürü insan hâlen köy hayatını sürdürmekte direniyor gibi görünüyor. Kuşkusuz bu direniş, hayata karşı bir direniş olmamaktadır. Modern hayatın sunduğu sayısız seçenek arasında bir seçenek olarak görünüyor köy hayatı ve kuşkusuz kapitalizmin işleyen çarkından bağımsız ve özerk bir birim olarak değil, bilakis bu çarkın bir parçası olarak işlemeye devam etmektedir.
Bahattin Akşit, 50 yıldır gözlemlediği kendi köyünde tam da bu "köyün bitişi" beklentisinin bir türlü gerçekleşmemesi bir yana, köye son gidişinde köyün daha da sağlamlaşmış olduğuna hayretle tanıklık ediyor. Soruyor Akşit: "Nasıl oldu da bu dağ köyündeki haneler sürekli göç yoluyla köyü boşaltmadılar? Diğer tarımsal alanlara, kentlere ve hatta yurtdışına yapılan döngüsel göçler, sürekli göçün engellemesine nasıl katkı yaptı? İncirlioğlu'nun (1993) Kayseri köyleri için ve Bourdieu'nun Fransa'daki kendi köyü için sözünü ettiği 'köydeki kuşaklar arası yeniden-üretime karşı uygulanan simgesel şiddet' (Bourdieu ve Wacquant, 1992) niçin henüz benim köyümde yaygınlaşmadı?" Akşit kendi köyünde doğmuş olmasına ve 50 yıllık bir süredir izlemesine rağmen bir köyde meydana gelen veya bir türlü gelmeyen değişimin mahiyetini anlamanın zor olduğunu düşünüyor. Bunun için eldeki sosyolojik modellerin yeniden gözden geçirilmesi gereğini ve bir çeşit "dinsel ibadetteki gibi kendi(n)i vererek derinlemesine görüşmeler ve odak-grup görüşmeleri yapma ... en ince ayrıntılarına kadar yaşam öykülerini dinleme(k) ve yazma(k) gereği"ni bir daha hatırlatıyor (Akşit, 1998: 34-35).
Yusuf Ziya Özcan, göç kavramının sosyolojide yeniden tanımlanması, özellikle bu alanda yapılan sosyolojik çalışmalarda ortaya konulan verilerin tanzimi açısından önemine işaret ediyor. Basitçe, "insanların yaşadıkları yeri terk edip devamlı olarak yaşayacakları başka bir yere gitmeleri" olarak tanımlandığına dikkat çektiği göç olgusunun tanımındaki iki alt kavrama dikkat çeker: yer ve zaman. "Gerçekte yaşanan yerin daha geniş bir alan içerisinde ye aldığı ve çalışılan yerin de yaşanan yer kadar önemli olduğu düşünülürse, karşımıza birbiri ile bağımlı dört kavram çıkar" (Özcan, 1998: 79). Özcan, bu dört kavramı, 1- Alan; 2- Oturulan/yaşanan yer; 3- Zaman; 4- Çalışma durumu olarak sayar. Birincisinde, Göç, bir yerden diğerine hareketi yani alan değiştirmeyi ve bunun için bir mesafe kat etmeyi içerdiğine göre, sorunun, alanın boyutlarıyla ilgili olması gerektiğini belirtir. Yani bu alanın sınırları nedir? Nasıl belirlenmelidir? İkincisinde, Göç kavramı başka bir yerde yaşamayı ima ettiğine göre, bu bağlamda kalma ve kalma süresi gibi kavramların açıklanması gerekir. Üçüncüsünde, yani sorunun zamanla ilgili boyutunda, sorulması gereken soru, Özcan'a göre şudur: Başka bir yerde ne kadar kalınırsa bu hareket göç sayılır? Bu konuda, göç çalışan sosyal bilimciler arasında bir birlik olmadığı gerçeği gözönünde bulundurulduğunda, göçün zamanla ilgili tanımının yapılması zorunluluğu vardır. Son olarak çalışma durumuyla ilgili boyutu hatırlamak gerekiyor. Orada da oturulan yer kadar, çalışılan yerin de göç kavramının kapsamına alınması gerektiği savunulur. Yani bir insan bir yerde oturuyor ve fakat başka bir yerde çalışıyor olabilir. Onun oturduğu yer ile çalıştığı yerden hangisinde onu göçmen saymak gerekiyor? Her ikisinde de, yoksa, o bir göçmen midir? (Özcan, 1998: 79-82). Kısaca, göçle ilgili, göçün tanım ve içeriği hakkındaki sorun esas itibariyle, özellikle bazı istatistiki verilerin anlamlı tablolar oluşturmasını sağlayabilmek açısından çok önemli olabilmektedir. Burada da zikrettiğimiz literatürde göçün tanımıyla ilgili yapılan tartışmalar, daha ziyade böylesi bir teknik sorunla alakalı olarak ortaya çıkmaktadır.
Gerçekten de bunun ne kadar önemli olduğu ancak bir saha tecrübesi esnasında gerçek boyutlarıyla hissedilebilmektedir. Örneğin bizim Siirt ve Batman'da yapmış olduğumuz bir dizi ankette soru yönelttiğimiz insanların, özellikle liselerde okuyan kısmının önemli bir kısmı babalarının tayinleri dolayısıyla geçici olarak bu şehirde bulunmakta; bir kısmı sadece okul okumak kastıyla orada bulunmakta, bitirdiklerinde ise geri dönme seçeneği henüz kapanmış bulunmamaktadır; bir kısmı zorunlu olarak yaşadıkları yerleri, kendi kararları sonucu olmaksızın terketmek zorunda kalmışlar, ama henüz dönebilecekleri bir ortam da oluşmamış olduğu için dönüp dönmeyeceklerini de anlamak mümkün olmayabilmektedir. Bu durumda gerçekten sorun kime göçmen diyeceğimiz sorunuysa, bu teknik tartışmanın izinden gitmek gereği iyice açığa çıkmış oluyor.

1.3. ÇALIŞMANIN AMACI VE SINIRLARI
Esasen bu çalışmamızda göçün tanımına derinlemesine girerek bunu haledecek bir adım atmak gibi bir niyetimiz hiç bir zaman olmadı. Karşımıza teknik olarak çıkan bu sorun dolayısıyla, alanımızı, zaten daha önce de üzerinde durduğumuz alanla sınırladık: Yani, insanların kendilerini genel olarak uzaklaşmış hissettikleri bir "köken" veya en azından kendisine karşı nostaljik duygular besledikleri, gerek zaman gerek mekan ve gerekse de sosyolojik anlamda "dünya" tasavvurlarına bir bakmak. Daha özelde, modern dünyadaki bir "küresel diaspora"nın Güneydoğu'daki tecrübe ediliş biçimine bir göz atmaktı. Bunun için ille de sosyolojik ilgimizin göç kavramıyla buluştuğu yerde ortaya çıkan teknik sorunu şu özel tanımla gidermeyi düşünüyoruz. Son 15 yıldır, özellikle terör dolayısıyla, gerek güvenlik güçlerinin asayiş temelli istekleriyle, gerekse terör dolayısıyla oluşan güvensiz ortamdan dolayı köylerinden çıkmak zorunda kalmış insanların şehre uyum veya uyumsuzluk sorunlarıyla ilgili bazı tespitlerde bulunmak. Hatta bu göç olayını, kimin köyünden veya başka bir yerden hangi sebeplerden gelmiş olduğunu bir düzeyde gözardı ederek, fakat gözardı edilemeyen bir göç olayının akabinde, hâlihazırda bu bölgenin şehirlerinde, yani göç olayının vukû bulduğu yere en yakın şehir merkezlerinde, gençliğin genel ruh halinin, moralinin, kendileri, ülkeleri ve dünyaları hakkındaki duyarlılıklarının, umut ve kaygılarının ne ne durumda olduğunu görmeye çalışmak. Yani bu çalışmanın kapsamı münhasıran göç etmiş insanlar değil, göç olayının vukû bulduğu yerlerde göçmen insanlarla birarada, karışık yaşayan insanların sergiledikleri toplam ruh halidir.
Kuşkusuz göç eden insanlar, şehirde ikamet etmekte olan insanlarla etkileşime giriyorlar, hem onları etkiliyor hem onlardan etkileniyorlar. Onlara biraz karamsarlık yüklemesi yapıyorlar (acaba?), onlardan biraz şehir kültürü ve umudu alıyorlar. Yine acaba demek zorunda kalacağız gözlemlerimizin sonunda, çünkü gerçekten de şehirli insanın daha iyimser olması gerektiği, buna karşılık yaşadığı dramatik sahnelerden dolayı, hatta bizzat "kopuş", "göç" tecrübesinin dramatikliğinden dolayı köyden göç etmiş olanın daha karamsar olacağı varsayımının, sınandığında hiç de zorunlu olarak doğru olmadığı ortaya çıkabiliyor.
Biz bu sınamayı yaptığımız görüşmelerle gerçekleştirmeye çalıştık. Bu çalışma, Güneydoğu'daki zorunlu da olsa göç ve modernleşme arasındaki ilişkiyi irdelemek üzere daha geniş bir projenin bir parçası olarak düşünüldü. Projenin bir ayağında yine zorunlu göç yollarında kadın ve modernleşmeye her ikisinin katkılarıydı. Bu araştırmayı, göç etmiş ve okul okuma yaşına gelmiş olduğu halde Güneydoğu'daki insanlara özgü nedenlerle okula gidememiş olan, buna mukabil valiliğin düzenlemiş olduğu kurslara devam ederek, okuma, yazma, biçki, dikiş, halıcılık kursları yoluyla modernleşmenin değişik kurumlarıyla temasa geçen kadınların devam ettiği kurslarda 105 kadınla yapılan birebir mülâkat tarzı anketler şeklinde gerçekleştirdik (Aktay, 1999). Elinizdeki çalışma ise Siirt ve Batman şehirlerindeki değişik liselerde okuyan toplam 291 genç üzerinde uygulanan anket çalışması ve bazı mülâkatların sonuçlarına dayanıyor. Araştırmanın sınırları olarak Siirt ve Batman seçilmiştir, çünkü göçün daha uzak ve daha büyük iş merkezlerine, örneğin Adana, Mersin, Gaziantep, İstanbul, Ankara ve İzmir'e yönelik hareketi daha önce değişik çalışmalarda epeyce gözlemlenmiş bu konuda faydalı çalışmalar yapılmıştı (Bkz, ODTÜ araştırma Ekibi, 1994; Türkyılmaz ve ekibi, 1998). Ancak göçün vukû bulmuş olduğu yerle en yakın yerleşim birimleri olmaları itibariyle bazı şehir merkezlerindeki durum bundan kuşkusuz bir miktar farklılık arzedecekti. Esasen bu muhtemel farklılıkları birbirleriyle ayrıntılı karşılaştırabilecek bir kapsamlı araştırma yapabildiğimizi söyleyemeyiz. Biz sadece 291 lise öğrencisi üzerinde 30 soruluk bir anket ve iki de uzun ve serbest cevaplanacak sorular sorarak, bazı sonuçlara ulaşmaya çalıştık. Cevapları serbestçe yazılı olarak verilecek iki soruyu sormamızın sebebini aşağıda "Yöntem ve Araştırma Teknikleri" ile ilgili bölümde daha uzun anlatacağız. Şimdilik bunun, sayısal ölçüm tekniklerinin, özellikle Batman ve Siirt gibi terörün sıcaklığının hissedildiği bir yerde iyice gerilen ilişkileri yeterince ölçemeyeceği, bu konuda yeterli bir ölçek geliştirilemeyeceği yönündeki karamsarlıktan kaynaklanmış olduğunu belirtmekle yetineyim. Ancak Siirt ve Batman'daki lise öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmadan göçle ilgili geniş kapsamlı mülahazaların yapılamayacağını hemen belirterek, bu araştırmanın en büyük sorununa işaret etmeliyim.

1.4. İKİ GÜNEYDOĞU ŞEHRİ: SİİRT VE BATMAN
Bu şehirlere göç etmiş olanlar büyük bir ihtimalle, ya daha uzak yerlere gitmeyi göze alamadıkları için veya geri dönme ihtimaline karşılık köyden fazla uzaklaşmamış olmak için en yakın yerlere göçedenlerden oluşmuş oluyorlar. O açıda yaşanan büyük çaplı göçün bütün sonuçlarını vermesi düşünülemez. Ancak başta sadece Siirt'te yapmayı düşündüğümüz araştırmanın kapsamına Batman'ı almamız, bir karşılaştırma yapma fırsatını vermesi içindi. Gerçekte, bazı varsayımlarımızın sınanması için en elverişli alanlardan birini oluşturuyordu Batman. Bir defa Batman şehrinin kendisi başlıbaşına bir göç kentidir. 1950'li yılların başında ikiyüz haneyi geçmeyen bir yerleşim birimiyken, petrolün bulunması ve ovaya rafinerinin kurulmasıyla birlikte, o günden bu güne sürekli göç alan bir şehir olmayı sürdürmüştür. Başta Siirt'in bir ilçesiyken giderek nüfûsunun Siirt nüfûsunun üzerine iki, hatta üç defa katlanmasıla birlikte 1991'de il olması kararlaştırılmıştır. Şu anda 400.000'i geçmiş nüfûsuyla bir büyük şehir havası veren Batman, terör dolayısıyla özel olarak bir göç almış olduğunu adeta hissettirmemecesine, zaten göçe ve göç dolayısıyla köylü bir nüfusu şehirlileştirmeye alışık bir şehir görüntüsü veriyor. Bütün şehir planlaması ve yapılanması, başından beri zaten her an bir nüfus patlamasına uğrayacak şekilde yapılmış olduğu için, fazla nüfustan, en azndan şehir kültürü olarak fazla şikayetçi görünmüyor.
Bu noktada bölge işadamlarından biriyle yaptığımız bir görüşmede anlatılan bir anekdotu anlatmakta fayda var. İşadamı, benim çok önemsediğini zannederek dikkat çektiğim ve sorduğum zorunlu göç olayının boyutlarıyla ilgili aklına gelen ilk sorunu (meâlen) şöyle anlattı: Batman, eskiden beri zaten göç alan bir şehir. Bu yanıyla bir şehrin, özellikle yabancılık, anomie, bürokratik örgütlenme, düzenlilik, temizlik ve davranış örüntüleri ve sair boyutlarıyla sergiledikleri bir kültürü özümsemiş durumda. Bununla birlikte terörden önce de köyden göç alıyordu, ancak bu göçü kısa bir zamanda şehirlilik sürecine sokuyor, köylüyü şehirlileştiriyordu. O yüzden halktan birinin, diyelim ki sokakta yürürken yere tükürdüğünü nadiren görebilirdiniz, o da muhtemelen şehre yeni gelmiş bir köylüdür. Buna mukabil, şimdi Batman'da şehre ait davranış örüntülerinde bir homojenliğin bozulduğunu görebilirsiniz, çünkü bir şehrin doğal olarak belli bir nüfusu eğitme kapasitesi vardır, korkarım bu kapasiteye biraz fazla yüklenilmiş, şu anda tam da köylü davranış tarzları baskın unsurlar olarak görünmeye başlıyor.
Batman'ın tam da bu noktadaki bir diğer önemi de, hızlı şehirleşmenin, dolayısıyla da hızlı göçün sosyolojik ve siyasal sonuçları üzerinde yapılan araştırmalarda çok işlek olan tezlerden biri olan "ikinci kuşak" teorisini test etmek için son derece elverişli bir yer olmasıdır. Aşağıda ikinci kuşakla ilgili bölümde bunun önemi de ayrıca açıklanacaktır, ama tam da bu duruma göçmenlerinin ikinci, hatta giderek üçüncü kuşaklarını yetiştirmiş olan Batman'da rastlanmakta olduğunu gözlemleyebiliriz. Özellike ikinci kuşağın siyasal davranışı birinci göçmen kuşağa göre bariz bir farklılık sergilediği düşünülebilmektedir ve Batman örneği, bu araştırmada yeterince iyi yapılabildiği söylenemezse de, bu konuda son derece uygun bir tercih ve kuşkusuz bir bütün olarak çok daha fazla ilgiyi hakedecek niteliktedir. Hatta Batman bu alanda yapılacak sosyolojik araştırmalar için bir çeşit sosyal laboratuvar hükmündedir.
Siirt'e gelince. Onun da son derece ilginç özellikleri vardır. Herşeyden önce şehir, köklü bir şehir olmakla birlikte, yerlisinin bir ayağı her zaman dışarıda olan bir şehirdir. Şehirden gidişin, Anadolu'daki bütün orta ölçekli şehirlerden gidişlerle ortak sebepleri vardır (Akşit, 1985): Okul okumak, büyük şehrin cazibesi, iş bulmak vs. Ancak özellikle Siirt'ten gidişlerden birinin önemli sebeplerinden birisi de teşebbüs ruhudur. O yüzden Siirt'in şehrinden sadece İstanbul, İzmir, Adana ve Mersin'e göç olmamakta, şaşılacak bir biçimde göçün yönü, Van, Muş, Ağrı, Hakkari ve hatta bütün bu illerin ilçeleri olabilmektedir. Çünkü ticaret kültürünün son derece gelişmiş olduğu Siirt'in yerli halkı için düzenli ve iyi para kazanılabilecek her yer göçün hedefidir ve bu göçte çıkınında sadece emeği yoktur, aynı zamanda teşebbüs heyecanı, sermayesi ve hayalleri vardır. Yüksekova'nın herhangi bir köyünde, Çukurca'nın dağlık köylerinden birinde, köylülere attariye türü şeyler satıp onların yünlerini toptan satın alan bir Siirtli tüccar, yakın zamanlarda bu bölgenin en yaygın figürlerinden biriydi. Hâlen Van, Muş, Yüksekova Ağrı, Patnos gibi yerleşim yerlerinin en başarılı tüccarlarının Siirt'ten bir-iki nesil önce göçetmiş insanlar oldukları bir gerçektir. Sadece bu yerlere değil, genel olarak Siirt şehrinden başka şehirlere göç etme olayında, o yüzden, diğer göç olaylarındaki "zorlayıcılık" faktörü büyük ölçüde asgariye inmektedir. Açıkçası, Siirt'ten dışarıya göç olayı son derece seçme/tercih faktörü yüksek bir eylem olarak görünüyor. Salt bu teşebbüs kültürü açısından ve motivasyon sosyolojisi açısından, incelenmeye değer bir kültür ve nüfûsun buradaki varlığına bu vesileyle değinmeden geçmeyelim.
Son onbeş yıldır yaşanmakta olan zorunlu göç olayında ise, Siirt'in yerli halkı doğal olarak azınlıkta kalmış, yeni gelen nüfusa bir çeşit şehirlileştirme servisi yapacak kadar şehirli bir nüfus, adeta, kalmamıştır. Siirt'te köylü akını olduğu kadar, Siirt'ten dışarıya şehirli akını da ilk zamanlarda paralel bir hız almış, tabii son zamanlarda bu süreç durulma yoluna gitmiştir. Şu anki durum itibariyle, Siirt'te yerleşik esnafın önemli bir kısmını Arapça konuşmakta olan yerli halk oluşturmakta ve bunlar hâlâ şehre kendi karakterlerini ve kültürlerini hakim kılmayı başarabilmektedirler. Ancak, zorunlu göç süreci başlamadan önce nüfusu 50-60 bin arasında değişen Siirt'in, (göçün çok hızlı olduğu bir dönemde bir ara 200 binin üzerine çıktığı gözlenen) bugünkü nüfusu 125-150 bin arasında değişmektedir Yani 15 yıl içinde ikiye katlanmış bir nüfus sözkonusudur. Kuşkusuz Siirt'ten dışarıya göçü ilk anda etkileyen faktörlerden birisi, hızla gelen göç dalgasının şehrin tabiatını, yerli halk açısından çekilmez hâle getirmesi düşüncesiyken, bu göçün durmasındaki en önemli etkenlerden biri de, aynı göçün şehirde yerleşik halk için büyük fırsatlar sağlama ihtimali, giderek gerçeği oldu. Bugün Siirt'te en azından eski yerleşik halk için istihdam sorunu asgari düzeylere kadar inmiş denilebilir. Dolayısıyla Siirt'e göç eden veya etmek zorunda kalan köylü, burada her ne kadar kendi kültürüne en yakın atmosferi bulmuş oluyorsa da, aslında bir çeşit kültürel çeşitliliğin de ortasına düşmektedir. Bu itibarla, şehirde, Batman'dakine kıyasla, daha farklı veya çeşitli grupların mevcudiyeti, en azından Kürtçe ve Arapça konuşan farklı insanların biraradalığı gerçeği sözkonusu oluyor. Gerçi, Batman da bir mozaik oluşturmak bakımından farklı değildir, ancak bu fark bir "Batmanlılık" üstkültürü altında âdeta asimile edilmekte, buna mukabil Siirt'te iki-üç farklı ve görece özerk kültür olarak varlıklarını daha kolay sürdürebimektedirler. Yine yerlisi Arapça konuşmakta olan Mardin ilinin böyle bir göçe hemen hiç maruz kalmadığını, o yüzden bu şehrin de Siirt ve Batman'dan son derece farklı bir manzara arzettiğini kaydetmeden geçmemek gerekiyor. Esasen Güneydoğu deyip geçmemek gerekiyor, gercekten de karşımızda yekpare bir bütün yoktur.

1.5. TERÖR VE ZORUNLU GÖÇÜN DİASPORİK SONUÇLARI

Muhtemelen terör olayının, Güneydoğu'da bir patlamaya dönüşmemiş olmasının, bütün olumsuzlukların birikimine rağmen hâlen daha vahim sonuçlara ulaşmamasının en önemli sebeplerinden biri, aradaki telafi mekanizmalarının işliyor olması olarak görülecektir. Nedir bu telafi mekanizmaları? Aslında bu hiç bir zaman o kadar net görünmüyor. Belki de insanların sabrı, artı, hayatın boşluk bırakmadan akıp gitmek sûretiyle yarattığı bir sürü olanakla insanların kendilerine bir şekilde bir yol bulabiliyor olmaları, bir çeşit telafi mekanizması olarak işliyor. Gerçekten de hiç bir hesaba sığmayan bazı siyasî icraatların çoğu kez güvendiği gerçek, kaynağını kendilerinin de bilmediği, fakat bir yerde devreye gireceği sezilen bu "bir yol bulur", "kendi işini bilir" ilkesine emanet ederek geçiştirdikleri gerçektir. Türkiye'de uygulanan ücret politikasının ücretli kesimi son derece ezmekte olduğu bir dönemde, bir devlet başkanı "memurum işini bilir" diyerek, siyasetin halka yaklaşımına, halka güven tarzına son derece ilginç bir temsil olanağı sağlamıştır. Memurun veya göç etmiş insanların hayatın bütün dayanılmazlıklarına karşı, bir şekilde yollarını bulacakları beklentisi, aslında siyasetin bir çeşit "saldım çayıra mevla kayıra" duyarsızlığıyla yürüyen boyutunu açığa çıkartmış oluyor. Tabiî ki insan hayatının zorluklara dayanıklılık ve uyum kabiliyeti, onun her çeşit badireden bir şekilde kurtulmasına olanak tanır. İnsan en kötü hayat şartlarına da katlanabilir, son derece düşük bir hayat standardına da talim edebilir. Zora kaldığında insanoğlunun bu duruma uyum kabiliyeti yok değildir. Ancak bu uyum kabiliyetine güvenilerek bir halk üzerinde, kuşkusuz planlama yapılamaz. Yapılırsa, bu arkasında belki de her zaman silaha sarılıp, dağa çıkan bir kitle bırakmaz. Bu sonuç böylesi bir icraatın sonuçlarından sadece biridir. Muhtemel sonuçlardan biri de, hayatla barışıklığını hiç bir zaman kesmeden, ama bir çeşit küskünlüğü veya alınganlığı sürekli olarak zihninin arkaplanında canlı tutan bir diaspora kültürünün gelişmesi olur. Bu da her zaman olmasa bile, muhtemel siyasî karar ânlarında ülke çapında ihtiyaç hallerinde toplumsal konsensus ihtimalini de zayıflatır. Toplum içinde uzun vadede en azından bir çeşit kırgınlık tayfının güçlenmesini sağlar. Bu da tam da diaspora kültürü kapsamına almaya çalıştığımız bir kültürünün oluşum şartlarını ele verir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde İstanbul milletvekili Algan Hacaloğlu ve 9 arkadaşının, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da boşaltılan Yerleşim Birimleri Nedeniyle Göç Eden Yurttaşlarımızın Sorunlarının araştırılarak alınması gereken tedbirlerin tespit edilmesi amacıyla Anayasanın 98.; içtüzüğün de 104 ve 105. maddeleri uyarınca bir meclis araştırması açılmasına ilişkin önergesi ile oluşturulan Göç Komisyonunun hazırladığı Güneydoğu'daki Zorunlu Göç Uygulaması ve Sonuçları üzerine raporda, zorunlu göçün sonuçları anlatılırken çizilen manzara çok karamsar gelebilir. Ancak bu raporun içerdiği bazı ifadeler, bir rapor olarak belli ampirik verilere istinad ediyor olsa da, işin sosyolojik sonuçları konusunda, gelecekteki yönelimler konusunda Rapor'un söyledikleri tartışılabilecek bir sürü şey içeriyor. Örneğin Komisyon üyelerinden Diyarbakır milletvekili Haşim Haşimi'nin Rapor'a ilaveten ve Rapor'a istinaden kendi kişisel görüşlerini anlattığı kitapçığındaki göç sonuçlarıyla ilgili bölümde şunlar söyleniyor:

"Köy boşaltmalar hukukî çerçevede yapılmadığnıdan devlet, hiç bir sorumluluk üstlenmemiştir (iaşe ve iskan gibi). Özel girişimlerle yapılan ekmek veya yiyecek-giyecek yardımları hiç bir sorunu çözmemiş, dramatik tabloyu gözler önüne sermiştir. Göç edenlerin yaşam, barınma, çalışma, mülkiyet, sağlık, eğtim, dolaşım gibi temel hakları ihlal edilmiştir. Göç edenler bazen 3-4 aile, iki göz evde ya da garaj, park gibi yerlerde naylon/çadır evlerde yaşamak zorunda kalmıştır (Van, Diyarbakır, Şırnak'ta bazı konutlar yapılsa bile bunlar oldukça yetersizdir. Ayrıca bazılarının doğru dürüst yolu bile yoktur). Cebrî ve ani olduğu için kentler göç edenleri özümseyememiş, tersine kentler köyleşmiştir. Ayrıca göç ettirilen vatandaşlarımıza kuşkuyla bakılmış, birçok yerde tehdit unsuru olarak görülmüşlerdir.
Şehirlerde hızla gettolar oluşmaktadır. Ciddi hiç bir araştırma yapılmadığı için bu insanların sorunları ile ilgilenmek bir tarafa, ilinmek dahi istenmediği izlenimi verilmiştir. Göç ettirilenler Adana, Mersin, İzmir gibi yerlerde resmî kurumlar tarafından ciddi bir şekilde rahatsız edilmektedir. Bölgede tarımsal faaliyet ve hayvancılık durma noktasına gelmiş, göç edenlerin ürünerini toplamalarına, koyunlarını sağmalarına, odunlarını kesmelerine izin verilmediği için geriden gelen hiç bir destek kalmamıştır.
Bölgede eğitim, sağlık, kültür ve benzeri hizmetler çökmüştür. Sorunlu olmayan alan kalmamıştır. Köye dönüş projesi ilgi görmemektedir. Göçzedelerin çoğu geri dönmeyi istediği halde uygulamaya gönüllülük ve ciddi bir destek temel olmadığı için sadece % 4'lük bir kısım geri dönebilmiştir. Özellike köy koruculuğunun şart koşulması geriye dönmek isteyenleri gönülsüz kılmaktadır. Ayrıca bir çok özelliği kaybettirilen köylere ancak ciddi bir yardım sağlanırsa insanlar geri dönebilir. Can ve mal güvenliği sağlanmadan yıkılan evler, yakılan yerler onarılmadan, tazminat ödenmeden kimse geri dönmeyi düşünmemektedir.
Kısacası, hem bölgemiz, hem de zorunlu göçe tabi tutulan insanlarımız, toplumsal, siyasî, ekonomik, psikolojik bir çöküşe ve dağılışa maruz kalmıştır. En başta söylediğimiz gibi bölge halkı ve göç ettirilenler acı çekmektedir. Bu insanların sorunları ya göz ardı edilip reddedilmekte ya da sorunlara tek bir pencereden bakılarak, sorun daha da içinden çıkılmaz hale getirilmektedir. Bundan da öte, bu acıları çeken bütün kesimlerin gözlerinin içine baka baka yalan söylenmekte adeta onlara hakaret edilmektedir" (Haşimi, 1998: 21-23).

Haşimi'nin bu ifadeleri, aslında Güneydoğu'daki zorunlu göç'ün ilk anda görünen asayiş, sağlık, insan hakları zayiatları türünden benzer sonuçlarıdır. Rapor'da zorunlu olarak göç etmiş olanların köylerine geri dönme istekleri konusunda bir belirsizlik var. Aslında kesinlikle maruz kalmış oldukları ve bir çeşit sürgün gibi hissettikleri göçün ilk zamanlarına ait bütün gözlemler bu yönde bir izlenimi pekiştirebilirdi. Nitekim Rapor da, öyle görünüyor ki, tam da göç sürecinin en sıcak yaşanmakta olduğu bir dönemde hazırlanmış ve bütün veriler de bunun etkisini göstermektedir. Geri dönme isteği konusundaki belirsizlik, köylülerin, kendilerine geri dönüş için uygun şartlar sağlanmadığı sürece (örneğin, tazminat ve maddi destek gibi) dönme konusunda fazla istekli bile davranamayacaklarını tespit ediyor. Ancak zamanla gelişen ve belki de Rapor'un henüz öngörmemiş olduğu şey, geri dönmek için gerekli görülen bütün şartlar yerine getirilse bile bu dönüşün yaşanmasının yine de zor olacağıdır. Çünkü büyükçe bir ihtimalle zamanla yeni yerleşim yerine alışılmış, bu yerleşim yerinin içerdiği bir çok imkân keşfedilmiş, tabiri caizse yeni yerleşim yerine de artık "bağlanılmıştır".
Kuşkusuz bu konuda belli yaşlara veya şehre göç etmiş olma yılına göre bir çok farklı tutumlar ortaya çıkabilmektedir. Örneğin bütün mülâkatlarımız ve gözlemlerimizin sonucunda, hemen herkesin, mevcut hayatı kötülediği, önceki hayatı şimdikinden, ağırlıklı olarak daha iyi, hatta çok daha iyi gördüğü halde, geri dönmeye sıra gelince bu konuda ilk tepkileriyle tutarlı bir tutum sergilemediklerini gördük. Kuşkusuz köylülerin köye geri dönüş isteksizliğini veya şehre alışmışlıklarını, bağlanmışlıklarını, yaşadıkları göç olayının hafızalarında hiç bir memnuniyetsizlik izi bırakmadığı anlamına yormak mümkün değildir. Şehre zorla getirilen ve artık geri dönmek istemeyen bu nüfus, ilk zamanlarda büyük bocalamalar geçirmiş olsa da, hatta göç etikleri şehirde de büyük sorunlara yol açmış, şehre tahammülü zor bir yük olmuşlarsa da, hem şehrin eritici kabiliyeti sayesinde şehir zamanla bunları içselleştiriyor, hem de bu insanların yeni şartlara alışmaları sonucu, şehir hayatından kolay vazgeçemez hâle geliyorlar.
Esasen göçün terör nedenli değil de sanayi motifli veya köyün itici, şehrin de çekici etkilerine kapılarak vuku bulanında da böyle bir süreç aynen yaşanır. Genellikle, köyde terkedilen en iyi yerler bile, şehirde karşılaşılan en kötü şartlardan daha iyi görülmediği için, geriye göç fiîlen mümkün olmamaktadır. Hele biraz zaman geçtikçe, şehir hayatının ilk anda yarattığı ve çoğu kez insanlara bıkkınlık getiren bireyselciliği, yalnızlaştırıcılığı, düzenliliği ve sair modern değerler, değişik telafi yollarıyla köylüler için daha katlanılır hale gelir. Bu telafi yolları her şeyden önce gettolaşmalardır, hemşehri cemaatleri vs. dir, ama bunlar olmasa bile, zamanla oluşturulan yeni çevreler şehre katlanmayı daha kolaylaştırırlar. O yüzden en kötü koşullarda bile göç süreci, köyden kente doğru istikametinde genellikle geri dönüşsüz bir süreç olarak cereyan eder. Araştırmalar, bir üyelerini bir şekilde büyük şehre göndermiş köylü ailelerin, neredeyse kendilerini bu akışa kaçınılmaz olarak kaptırdıklarını gösteriyor. Kuşkusuz kaptırmayanlar da olmuyor değil. Bahattin Akşit'in de gözlemlediği gibi, her şeye rağmen köy hayatının yine de sürüp gitmesi bir geçek olsa da, bu köyün nüfusu, adeta doğal bir denge içerisinde, fazlasını yine de şehre göndererek varlığını sürdürüyordur.
Terör dolayısıyla vukû bulan göçlerde de ilk zamanlarda zaten istemeyerek vukû bulmuş olduğu için göç süreci, bir an önce atlıtılması gerekli bir ara dönem olarak görülse bile, zamanla bu ara dönem kalıcılaşmaya ve köye dönme fikri bir fanteziye dönüşmektedir. Bizim görüştüğümüz insanların önemli bir kısmı, aşağıda çizdiğimiz tabloları oluşturacak şekilde köye büyük bir özlem ifade etmekle birlikte, gerçekten de köye dönmeyi gerçekçi bularak isteyen sayı çok az çıkmaktadır. Bu sayının da cinsiyet ve yaş durumundan büyük oranda etkilendiğini de burada ayrıca kaydetmek gerekiyor. Gerçekten de belli bir yaşın üstündekiler, köye dönme yönünde şiddetli bir arzu duymaktayken gençler kesinlikle geri dönmek yerine, şehirde kalıp tutunmaya çalışmayı istemektedirler. Bunların arasında kızların şehirde kalma isteği kuşkuzsuz çok daha fazla çıkmaktadır. Bu araştırmanın diğer bir kısmı olan "Güneydoğu'a Zorunlu Göç Sürecinde Kadın ve Modernleşme" başlıkı çalışmamız için kızlar arasında düzenlediğimiz anket de gösterdi ki, kızlar şehirde bulunmaya çok özel bir anlam atfetmekte, bir anlamda Bahattin Akşit'in Pierre Bourdieu'ya atfen bahsettiği "simgesel şiddet"i andıracak bir biçimde algılamaktadırlar.

Hiç yorum yok: