16 Temmuz 2008 Çarşamba

KÜLTÜREL ÇOĞULCULUĞUN SOSYOLOJİK KOŞULLARI: ANTAKYA ÖRNEĞİ

Antakya 1. Medeniyetler Buluşması Konferansında sunulan tebliğin tam metni, 25- 29 Eylül, 2005
Kültürel çoğulculuğun sosyolojik koşulları nelerdir? Bugün çokkültürlülük dünyanın yükselen değerleri arasında. Aslında bir değer olmadan önce bu bir vakadır. Günümüzde ileri demokratik ülkeler, bu vakayı kabullenme düzeyleri ve bu vakanın gereklerini yerine getirebilme performansları bakımından derecelenebilmektedir. Çokkültürlü bir toplumsal vak’anın yapısına uygun olarak bütün farklı kültürlerin siyasal veya kamusal alana yansıtabilecekleri talepleri karşılayabilen ülkelerin geleceğin dünyasında ilerici bir göstergeyi ortaya koydukları küresel bir konvansiyon halini almıştır. Bir çok ülke sadece bu siyasal değeri karşılayabilmek üzere özel siyasetler geliştirmektedir. Bir örnek olarak Kanada, çokkültürlülük gerçeğini yükselen çokkültürcü değerle en uygun şekilde karşılayabilmek üzere sadece bu işle ilgilenen bir bakanlık kurmuştur. Başka bir çok ülke de farklı kültürlerin tanınmasıyla ilgili özel politikalar üzerinde durmaktadırlar. Kuşkusuz çokkültürlülüğün çağımızın dünyasında bu kadar çok sözkonusu edilmesinin arkaplanında modernleşmenin kültürü monolitik bir yapıya indirgeyen asırlık tecrübesi, akabinde modern dünyada yaşanan küresel düzeydeki hareketliliğin insan kitlelerini yerlerinden yurtlarından ederek tekrar kaynaştırmasıyla ilgili yakın tecrübeler var. Yüzyıllarca Avrupa’da farklı kültürden olan insanlar hep bir tehdit olarak görüldü. Toplumun genel hijyenini bozan bir tehlike olarak görüldü. O yüzden genellikle Tanrı’nın şehrinin hep saf, temiz, ve her türlü pislikten arınmış olması gözetildi. Şehrin yapısını oluşturan nüfusun Allah’ın yolunda doğru dürüst giden insanlardan oluşması amacına sadık kalmak, yani bu dünyada Tanrı’nın şehrini kurmak, bu dünyada cenneti kurmak, sapkın olarak görülen başka dinlere mensup olanlara karşı yoğun dışlama veya imha kampanyalarını gerektiriyordu. Bu duyarlılıklar Avrupa’da çoğulcu bir kültürel toplum modelinin yaşamasına uzun süre engel oluşturmuştur. O halde Avrupa’nın bugün bir birlik niteliğiyle ortaya çıkması, ve özellikle azınlıklar, kültürel çoğulculuk veya çokkültürlülük gibi sorunlara yaklaşımındaki demokratik söylemi, her şeyden önce kendi tarihsel arkaplanı içinden bir takım tecrübelerin psikoloik arketipler oluşturan birikimiyle yüzleşmek durumundadır. Bugün Avrupa’nın farklı kültürlerden olanları tanıma konusunda sergilediği demokratik iddialı tutumun sınırlarının nereye vardığı konusu ise, doğrusu üzerinde durmayı gerektiriyor. Avrupa’nın, özellikle sanayi devrimiyle birlikte tanıştığı kozmopolit kentleşme tecrübesi travmatik etkiler yarattı, çünkü şu ana kadar âşinâ olduğu bir durum değildi bu. Avrupa kentleri kozmopolitizme değil, saflığa, tekkültürlülüğe, türdeşliğe yakındı; açıklığa değil kapalılığa yatkındı; surlar Avrupa kentini başta köylüler olmak üzere kentte yaşamaya teşebbüs edebilecek yabancılara karşı koruyan sığınaklardı. Sanayi toplumunun hızla birbirine kattığı farklı etnik, dinsel veya kültürel unsurlar, kısa sürede büyük toplumsal huzursuzlukların da kaynağı oldu. Bu huzursuzlukların üstesinden gelmek, sosyolojinin de antropolojinin de çıkış kaynağını oluşturmuştur. Durkheim’in teşhis ettiği normsuzluk ve bundan mütevellit anomie hali; Weber’in gördüğü dünyanın büyübozumunun içerdiği trajik gelişmeler, Marx’in katı olan her şeyi buharlaştırdığı için başdöndürücü bulduğu korkunç değişim hızı, hep bu kent ortamının büyük sosyologlarda bıraktığı izlenimleri ifade ediyordu. Nitekim bu yeni kozmopolit kent ortamının Avrupa içinde gereği kadar hazmedilmemiş olduğunu, en azından geçen yüzyılın ortalarına kadar peşpeşe patlak veren iki büyük Dünya Savaşı içinde yaşananlar gösterdi. Her iki savaş sonuçta yine toplumsal katışmaların ve uzun süre bir arada yaşayan unsurların (Yahudiler, Ortodokslar, Polonyalılar, Katolikler ve Protestanları tek tek bu süreçteki rolleriyle düşünün) birbirine karşı biriktirdiği enerjinin patlamasına dayanıyordu. Sonuçta Avrupa içinde oluşan bu enerjiyi tolere edebilecek, bunu daha barışçıl ve verimli bir kulvarda değerlendirebilecek bir üst değerin geçerli olmadığı görüldü. Bugün bu arayışın adı olara bir yandan sivil toplum kavramı, bir yandan çokkültürlülük, bir yandan demokrasi konusunda geliştirilmeye çalışılan söylem ve standartlar, aranan tedbir ve düzenler, bir yandan tam da bu tarihsel arkaplanının bir şekilde beslediği fobileri gizlemekte, ama gizlemeye çalışırken açığa vurmaktadır. Avrupa tarihi içinde, böylece oldukça sorunlu görünen çokkültürlülük tecrübesiyle ilgili bugün sergilenen arayış performansını bu bağlamda okuduğumuz zaman, Avrupa’nın bugünkü tecrübesi içerisinde de hâlâ yeterli dersi çıkarsamış olduğunu söylemek için çok iyimser olmak gerekiyor. Bugün Avrupa Birliği kavramının kendisi bile, bir arada bulunmak için hâlâ her bakımdan bir “birlik” oluşturmayı, birlik oluştururken de yasal, siyasal hatta kültürel ve toplumsal düzeyde bir standartlaşmayı açıkça gerektirmektedir. Bu birlik ve standart arayışıyla Avrupa kültürünün sonuçta kültür niteliğiyle kültürün özüne karşı işleyebilecek bir yakınlaşmayı, türdeşleşmeyi, benzeşmeyi veya bugünlerde çokça zikredilen adıyla “entegrasyonu” takıntı derecesinde önemsediği görülmektedir. Avrupa’daki, özellikle Türk ve Müslüman nüfusun entegrasyonu konusunda sergilenen aşırı duyarlılıklar, Avrupa’da gerçekten yabancı olana karşı hâlâ bir sindirim sisteminin geliştirilememiş olduğunu gösteriyor. Oysa İslam toplumu tarihinin başlangıcından itibaren kurduğu şehirlerle kozmopolit yapıları hiçbir zaman bir toplumsal hijyen sorununun kaynağı olarak görmemiştir. Bağdat, Basra, Şam, İsfahan, Mardin, Diyarbakır, Harran, İstanbul, Endülüs, Kahire, İskenderiye… Hangi İslam şehrine giderseniz gidin, kapalılığa değil açıklığa dayalı bir kent yapısının, “şehir” niteliğiyle, yani yayılmanın ve açılmanın semantik vurgusuyla yaşandığını görürsünüz. Şimdi, Antakya örneği üzerinden konuşurken neden çokkültürlülük gibi bir konudan yola çıkıyoruz? Bugün burada Antakya’nın bir kültürel çoğulculuk örneği olması üzerinde duruluyor. Aslında hemen belirtmemiz gereken şey, Antakya’nın bu özelliğinin bugün tarihi tamamlanmış ve eşzamanlı okunabilen bir metin olarak düşündüğümüzde görünen bir manzara olduğudur. Burada birkaç gündür Antakya üzerine dinlediğiniz tebliğlerin çoğunda açıkça ortaya çıktığını gördüğümüz şey şudur: Tarihsel olarak Antakya, özellikle İslam’dan önceki dönemde istikrarlı bir kültürel çoğulculuğun değil, daha ziyade farklı dinlerin, etnisitelerin veya mezheplerin hâkimiyet kurmaya çalıştıkları bir yer olmuştur. Tarih boyunca, şu anda burada bir arada bulunan ve kültürel çoğulculuk görüntüsünü oluşturan bütün unsurların toplamının sayısız katı bu topraklardan savaşlar sonucu göç etmek zorunda kalmış veya birçok baskıya maruz kalmıştır. Anadolu’dan kutsal topraklara doğru hem ticari hem askeri hem de kültürel her türlü geçişin zorunlu uğrak noktası olması itibariyle her zaman askeri bir hedef olmuş ve bu onun tarihini biraz da aslında talihsiz kılmıştır. Tarihinde defalarca katliamlar geçirmiş, defalarca sürgünler yaşamış bir kent. O halde Antakya’nın kendisinin kültürler arası barışı zorunlu olarak üretmesi gibi bir durum sözkonusu değildir. Aksine belki de varsa coğrafi veya kendine has özellikleri, bunlar medeniyetlerin (biraz sonra itiraz edeceğim bu kavrama) veya farklı kültürlerin buluşmasını değil birbiriyle çatışmasını getirmiştir. Gelen bir topluluk diğerlerini kovmaya, imha etmeye veya bertaraf etmeye çalışmıştır. Kültürel barışı sağlayan veya bir şehri kültürel farklılıklarla yaşanılır kılan, ancak bir şehrin coğrafi mekânının dışından bir ilke olması gerekir. Yapılan basit bir tarihsel karşılaştırma, Antakya’nın bu özelliğini nispeten daha rasyonel ve büyük medeniyetler zamanında sergilemiş olduğunu gösterir ki, bu özellik zaten büyük medeniyetlerin refleks haline gelmiş özelliklerinden kaynaklanıyor. Yani daha açık bir ifadeyle, büyük medeniyetler toplumsal farklılıkları gözetip tolere edebildikleri ölçüde büyürler. Farklılıkları tanımak ve onları bir zenginliğin bir parçası haline getirebilmek zaten medeniyet olmanın bir koşulu olmuştur. Medeniyetler içerdikleri unsurları onurlu bir hukuk çerçevesinde bir arada tutma konusunda zafiyet sergiledikleri zamanlar, çöküşe geçmiş oldukları işaretini vermiş olurlar. Medeniyetlerin önemli bir kısmı kültürel çoğulculuğu sağlayabilmek için ortak çıkar esasını, merkezle olan alışverişteki rasyonellik ölçütünü önplanda tutarlar. Bu toprakların uzun süre yaşadığı Roma medeniyeti döneminde bu ortaklığın dayandığı çıkarlar, güvenlik temini ve aşiret dengelerinin gözetildiği bir arabuluculuk işlevine dayanıyor. Hz. İsa’nın ortaya çıkışından sonra Hıristiyanlara karşı yürütülmüş kovuşturmalar, baskılar, bu medeniyetin tahammül sınırı ve keyfiyetini farklı bir biçimde ortaya koyuyor. Burada gerçekten de farklı olan kültürlere karşı toleransı, vatandaşlık veya başka bir ortak çıkar esasına oturtmadan önce, tamamen ilkesel/dinsel bir temel olarak tesis etmiş bir hukuk kültürünün Antakya tarihinin ancak İslami döneminde sergilemiş olduğunu söylemek mümkündür. İslam şehirlerinin tarih içinde bu özelliği sayısız örnekleriyle de göstermiş olduğu ayrıca gösterilebilir. Kudüs, Şam, Kûfe, Bağdat, Basra, Harran, Diyarbakır, Mardin, İstanbul, Konya, Saraybosna gibi şehirlerde İslam tarihinde ortaya konulmuş olan tecrübe, Antakya’daki bu medeniyetler buluşmasının İslamî dönemdeki inkişafının tesadüfî olmadığını ve asıl kaynağını İslam’ın başka dinlerden olanları nasıl kurduğuyla ilgili kimlik-ötekilik politikasından ve insan felsefesinden aldığını göstermektedir. Bunun teolojik boyutları hakkında şu vurgunun özel bir yeri vardır: İslam’ın başka kültürlerden olan insanlara yaklaşımında sadece fayda temelinde, daha iyi saygı görebilmek için başkalarına iyi davranmak yoktur. Aksine İslam dininin başkalarına davranışı, hiçbir gerekçeye dayanmaksızın, sadece dini bir temelde köklenmiştir. Başkalarına iyi davranmanın, başka dinden olan insanın dinine müdahale etmemenin gerekçesi politik-stratejik veya uzun vadeli çıkar gözetici bir hesaba dayanmaz. Doğrudan dinsel düsturlar bu konuda belirleyicidir.Bu arada bu düsturlardan etkilenerek tarih boyunca kurulmuş ve kendine göre bir tipoloji üretmiş İslam şehrinin en önemli sosyolojik özelliği kozmopolitlik ve açıklıktır. Şehrin bir kapanmanın ve bir sınırlamanın, dışlamanın mekânı olması, İslam şehrinin bütün bu örneklerinde görüldüğü gibi, İslam’ın yabancısı olduğu bir modeldir. Bugün yine Müslüman olduğumuz halde şehirlerimizin kültürel çoğulculuk konusunda eskisinden daha iyi olduğunu söyleyemiyor olmamız, trajik bir durumdur. Şehirlerimizin dini bakımdan eskisinden daha homojen olduğu halde, iç barışını, güven ortamını ve maneviyatını eskisinden daha az hissettirebiliyor olması yine bu çerçevede üzerinde durulabilecek bir paradokstur. Bu paradoksta batılı modern hayat biçimini ve kimlik tanımlarını benimsemiş olmanın payı inkar edilemez. Esasen Antakya örneğinde asıl düşünülebilecek şey, modern kimlik değerlerinin bütün evrenselci iddialarına rağmen toplumsal barışı bir türlü tesis edemeyişinde, aksine her türlü çatışmayı daha da körüklemesinde kendini gösteren eksiğidir. Antakya, mevcut haliyle modern değerlerin getirdikleri ve götürdükleri bazında sınanabileceği çok önemli bir model olarak her türlü sosyolojik ilgiyi fazlasıyla hak ediyor. Antakya gerçekten bugün itibariyle, tarihinden devralarak getirdiği bu kozmopolit yapısı itibariyle bugünün dünyasına çok şeyler söyleyebilecek bir şehirdir.Ancak bu söylediklerini bir medeniyetler buluşması çerçevesinde düşünmekle ilgili bazı sorunlara da yeri gelmişken değinmeden geçmemek gerekiyor. Medeniyetler esas itibariyle buluşmazlar. Medeniyet kavramının sosyolojisi yapılması istenirse, söylenmesi gereken belki de ilk şey, medeniyetin genellikle bir siyasal aktör olarak geçerli bir mevcudiyetinin olmadığıdır. Medeniyetler genellikle belli ekonomik veya siyasal düzenlerin maddi tezahürleridir ve bir dünyada genellikle bir medeniyet olur. Bugün Antakya’da medeniyetler buluşması adı altında yapmaya çalıştığımız şey, bizi harekete geçiren arayış, Huntington’un doksanların başında ortaya koyduğu medeniyetler çatışması tezinin dünyada olup biten birçok karışıklığı isimlendirme konusundaki başarısıdır. Oysa dünyanın karışıklığı bir medeniyetler çatışmasından kaynaklanmıyor. Dünyada şu anda geçerli olan bir tane medeniyet vardır o da batılı, modern veya postmodern-küresel medeniyettir. Bu medeniyetin içinde küresel kapitalist unsurların gemlenemeyen iktidar hırsları sözkonusudur. Bu iktidar sahipleri dünyayı her türlü kültürel zenginliği, mirası veya değeri de araçsallaştırarak karıştırmak üzerinden bir düzen kurmuşlardır. Farklı kültürel değerlerin çatışıyor gibi görünmesi bu şekilde kurulan ve yürütülen dünya düzeni içinde büyük politik ve ekonomik kârlar üretmektedir. Bu kârların temini anlaşılan medeniyetler çatışması gibi bir görüntü altında daha fazla mümkün olmaktadır. Oysa medeniyetler buluşmaz. Genellikle medeniyetler tarihsel dönemlere tekabül etmek üzere birbirlerini kovarlar. Bir medeniyet yapısı içerisinde farklı dinlerin, kültürlerin veya unsurların barış içinde yaşamalarının temini bir medeniyetin erdeminin işaretidir. Bugünkü medeniyet dünyasının erdem sorunu olduğundan bahsedebiliriz ve tarihsel bir tecrübe olarak ister Antakya örneğinde isterse de başka İslam şehirleri örneğinde, bu yokluğundan muzdarip olduğumuz ve özlediğimiz erdemin mevcudiyetinin yarattığı güzelliğe tanık oluyoruz. Neyi kaybetmiş olduğumuzun bilincine varıyoruz, ama bence kaybetmiş olduğumuz şeyi arayacağımız adreste bir karışıklık yaşıyoruz, Bugün İslam dünyası bir medeniyet olarak mevcut değildir. İçinde yaşadığımız medeniyet İslam dünyası da dâhil olmak üzere kendinden önce yaşamış medeniyetlerin farklı kültürel, teknik ve değerler mirasına konarak kurulmuştur. Devr aldığı mirası ganimet bilmiş olduğu için herhangi bir vasiyet ahlakına bağlı kalmaksızın bu mirası istediği gibi kullanmıştır. Bugün medeniyetler ittifakına veya arayışına bizi sevk eden şey, medeniyetlerin çatışma ihtimalinin bize hissettirilen korkunçluğudur. Oysa çatışma medeniyetler arasında değil, bir tek medeniyetin kendi içinde olmaktadır. Yapılması gereken şey medeniyetler arasında bir ittifak kurmak değil, mevcut medeniyetin ehlileştirilmesi, bu medeniyetin içindeki sorunların giderilmesidir. Bu sorunlar her şeyden önce farklı inançlardan, farklı kültürlerden, farklı yaşam tarzlarından olan insanların mevcut dünya içinde kaynaklardan adil bir biçimde faydalanmasının engellenmemesiyle giderilebilir; veya açgözlü sömürüye gem vurulması, dünyanın efendiliği ve jandarması iddiasından vazgeçilmesi, farklı din, ırk, coğrafya, mezhep ve sınıfsal yapıdan olanlara karşı giderilemeyen haksızlıkların yapılmasından vazgeçilmesiyle. Hiçbir insaf ölçüsüne sığmayan gelir adaletsizliğinin ürettiği kitlesel yoksunluğun diğer yanında her gün daha fazla insanın öldürülmesinden başka bir değer üretmeyen silah teknolojilerine yapılan yatırımlar sonuçta hepimizin şahit olduğu çatışma görüntüsünün en önemli sebebi. Bu sebep de medeniyetler arasındaki bir gerilimden çıkmıyor. Mevcut medeniyetin kendi içindeki çelişkilerden çıkıyor.Dolayısıyla sözkonusu sorunlar giderilmeye çalışılmadığı, bugünkü medeniyetin içinde açıkça görülen ve artık gerçekten büyük huzursuzluklara kaynaklık eden bu çelişkiler mevcut medeniyeti iyiden iyiye zayıflatmakta ve çökme aşamasına getirmektedir. Bu medeniyeti başka bir medeniyet değil, yine kendi içindeki çelişkiler batırır. Doğa da boşluk kabul etmeyeceği için çok da kaygı duymamak gerekir, onun yerini mutlaka başka bir medeniyet doldurur.Antakya’nın, bugün gündemimizde olmasını anlamlı kılan en önemli özelliği, kendine özgü tarihsel özelliklerini (Hıristiyanlığın bir çok kurum ve değerinin doğum yeri olması ve İslam-Hıristiyanlık ilişkilerinin en anlamlı hatıralarını barındıran özellikleri) bir kenara bırakırsak, onun çok özgün olan yanları değil, aksine Müslümanların tarih boyunca kurmuş oldukları sayısız şehir yapılarının tipik bir örneği olmasıdır. Üstelik İslam şehirlerinin hiç birisi farklı din ve kültürel kimliğe mensup olan insanları kendi özelliklerinden büyük tavizler vermeye zorlayarak bu kültürel çoğulluğun bir parçası kılıyor değildi. Aksine Hıristiyan’ın bir Müslümana kendi dininin iddialarıyla tutarlı olmak üzere, örneğin, putperest gözüyle bakmasına itiraz etme veya müdahale hakkını kendinde görmüyordu. Bir din mensubunun kendini doğru yolda, buna mukabil başkalarını yanlış yolda görmesinden daha doğal bir şey olamaz. Bir Hıristiyanın bir Müslümana putperest gözüyle bakması; Yahudiliğe Musa’nın gönderdiği dine sadık kalmamış insanlar gözüyle bakması, veya bir Müslümanın diğer dinleri geçerliliği kalmamış dinler olarak görmesi, zaten bu dinleri farklı kılan en özsel yanlarıdır. Bir siyasi yapı kendinde bir marifet iddia edecekse bunu, bu kadarlık bir farkı da tolere edebilmesinde gösterebilir ancak. Tarihteki Müslümanların kurduğu şehirler veya siyasi yapılar tam da bu kadarlık bir farkı bile yüzyıllarca tolere edebilen bir zemini koruyabilmiştir. Burada bu vesileyle özellikle küreselleşme ve liberal çokkültürlülüğün gerçekleşme şartı olarak çoğu kez zımnen veya fiilen dayatılmaya çalışılan bir şarta dikkat çekmek istiyorum. Bir hutbede Kur’an’ı Kerim’in bütün Müslümanlarca doğruluğu asla sorgulanamayacak bir ayeti (Allah İndinde din İslam’dır) okundu diye bunun Avrupa Birliği ilerleme sürecinde bir skandala dönüşmesi bu şartın tipik bir örneğini oluşturdu. Gerek Avrupa Birliği standartlarında, gerekse genel küreselleşmenin eşlik ettiği liberal çokkültürlülük (gerçi liberalizm ile çokkültürcülüğün başı zaten hiçbir zaman hoş olmamıştır) ortamında kültürel çoğulculuk için tolere edilen sınırlar bu tür vesilelerle açıkça ortaya çıkıyor. AB ülkelerinde gerçek anlamda farklı bir kültürle ilk karşılaşma muhtemelen Müslümanlar sayesinde olmuştur. Ondan öncekiler gerçekten toplum için çok ciddi bir fark oluşturmuyordu. Müslümanlar bu açıdan Avrupa rüyasının, Avrupa idealinin sınırlarını da işaret ediyor. Bu sınırlarda, örneğin Müslüman kız çocuklarının velileri tarafından yüzme derslerine, beden eğitimi derslerine veya okul izci pikniklerine gönderilmemesi ciddi bir sorun olarak, bir entegrasyon ve kültürel uyum konusu olarak sorunlaştırılabiliyor. Bu da Avrupa’nın gerçek bir kültürel fark gördüğü zaman nasıl kilitlenebildiği ve nasıl kendi sınırlarına kolayca varabildiğini gösteriyor. Kültürlerin ancak gerçekten de fark oluşturan yanlarını törpüledikten sonra bu ortama dâhil olabilmeleri ve tanınmaları mümkün görülebiliyor. Toplumu oluşturan farklı kesimlerin birbirlerini dinsel anlamda nasıl kodladıkları tamamen o dinin kendi sorunudur. Bu kodlama tarzından bir şiddetin çıkmasını zorunlu olmadığını İslam tarihindeki siyasi tecrübeler yeterince göstermiştir. Bugün şiddet korkusu bahane edilerek bu bakış açılarının sorunsallaştırılmaya çalışılmasının tek sonucu, Müslümanların üzerindeki söylemsel baskı olarak ortaya çıkıyor. Yoksa aslında birçok örnekte sıkça ortaya çıktığı gibi, başkalarının Müslümanları kodlama biçimleri değişmiyor ve asıl bu kodlama tarzının iktidar fırsatını Müslümanlara karşı şiddet üretmek için bir bahane olarak kullandığı ortada. Şiddetin sorumlusu olarak Müslümanların görülmesinin ne kadar büyük bir haksızlık olduğunu, sadece dünyada Müslümanlara uygulanan şiddetin sonuçları ile hadi öyle diyelim “teröre bulaşmış” olanları da dâhil olmak üzere, bütün Müslümanların ürettikleri şiddetin sonuçları arasındaki basit bir kıyaslama, son derece çarpık ve dengesiz, Müslümanların aleyhine, bir dağılımın mevcudiyetini ortaya koyacaktır. Buna rağmen şiddet karşıtı bütün çağrıların ilk anda Müslümanları muhatap almasının, Müslümanlarla şiddet özdeşleştirmesinin son derece başarılı olmasının kendisi fiziki şiddetin yanı sıra, aynı zamanda yoğun bir söylemsel şiddetin de çalıştığını göstermektedir.

Hiç yorum yok: