29 Temmuz 2008 Salı

Ziya Gökalpin Sosyolojik Sistemi

Ziya Gökalpin sosyolojik sistemi üç ehemmiyetli kavram üzerine kurulmuştur. Sistemin temelinde örf, gövdesinde hars ve üst kısmında da mefkure kavramları ve bunların muhtevaları yer alır.Gökalp sisteminin temelinde yer alan kilit noktalarından birini meydana getiren örf kavramı mükellefiyet (yani bir işi yapmaya mecbur olmak) ve müeyyide (kanun ve nizamlara itaatsizlik cezası) kavramları ihtiva eder.Örfe büyük önem veren Gökalp ilkin örf ile adetin birbirinden ayırt edilmesi gerektiğini ve genellikle örf ve adetin karıştırıldığını söyler. Gökalp diyor ki; Bazı adetler örftür, bazı örfler adettir, fakat her adet örf olmadığı gibi her örf de adet değildir. Burada şunu anlatmak istemiştir: Öyle haller olur ki davranışları ve sosyal hareket tarzlarını kontrol eden durumların bazılarında örf ön planda yer alır, fakat temeldeki adeti de görmemezlikten gelemeyiz.Adet ile örf arasındaki farkı belirtirken Gökalp her adetin örf olmadığına işaret eder. Çünkü, adetlerin kesin olarak geçerli olanı da var, istenmemiş olanı da var.Gökalp sisteminde adeti örften ayıran en ehemmiyetli özelliklerden birisi de budur. Yani adetlerde geçerli olanı da, beğenilmeyeni de olduğu halde örflerde bu ikili durum söz konusu olamaz.Bir sosyal kaidenin örf olabilmesi için açık ve seçik olarak cemaatin bünyesinde ve yaşayışında ortaya çıkan sosyal vicdan ile iç içe olması gerekir. Cemaatin vicdanı örf ile yükselen güçlü bir sesi olduğu takdirde şahıs üzerinde baskısını duyurabilir. Bunu gören Gökalp örf için şunları söylüyordu: Örf ise cemaatin tatbiki ahlakından ve yaşayışında görünen içtimaî vicdanıdır.
ZİYA GÖKALPTE CEMAAT ANLAYIŞI
Ziya Gökalp sisteminde cemaat sosyal yapısına geçiş sosyal gerçek ile olmaktadır. Bir kaidenin sosyal olabilmesi için fertlerin hem hayati tabiatı haricinde hem de iradesi üstünde bulunmak lazımdır diyen Gökalpe göre ferdin hayati tabiatından çıkan fiiller sosyal olamaz.İçtimai kaideler ferdi iradelerin fevkindedir, çünkü ferdin iradesi kendi mizacının, seciyesinin bileşkesidir. Her fert ayrı bir mizaca, ayrı bir seciyeye sahip olduğu için ferdi iradelerden çıkan ameller yeknesak bir şekilde bulunamazlar ki, bir kaide maliyetini haiz olabilsinler. Gökalpın da sisteminde kabul ettiği gibi, cemaat kendini meydana getiren fertlerde mevcut olmayan özel bir sosyal bünyeye sahiptir.Tekelilerin beyan olunan halleri Hayve Türkmenlerinin son derecede müsavatçı, demokrat olduklarını gösteriyordu. Burada görülen tabii ve canlı hukuk o cemaatin kendi bünyesinden doğmaktadır. Bu hukuk örf ile takviye olmaktadır.Cemaat tipi sosyal yapıların muhtevası ne olursa olsun genel karakterleriyle aynıdır. Bu muhteva din olabildiği gibi, lisan da olabilir. Kader birliğini yaratan fonksiyonlarda cemaatin muhtevasında yer alır. Sonuç olarak muhteva sosyal bünyede cemaat tipi sosyal yapıyı oluşturur.
HAKİMİYETİN TİPLERİ
Hakimiyet unsurunun girdiği her yerde cemaatliğinin parçalandığı görülür. Üst ve alt tabakaların meydana geldiği andan itibaren cemaat tipi yaşamdan bahsedilemez. Hakimiyet her zaman insanları altlı üstlü bir sıralamaya tabi tutmuştur. Hakimiyet tiplerinin insanî olanı demokratik bir iradeye dayalı bulunanıdır.Türklerdeki hakimiyet tiplerini Ziya Gökalp şu sıralamaya tabi tutar;
TUDUNLUK, YABGULUK, HAKANLIK, İLHANLIK, İMPARATORLUK
Tudunluk:Tudun aşiret reisidir. Dağılma halleri müstesna olmak üzere, bağımsız aşiret olmadığı gibi bağımsız tudun da yoktur. Tudunluk, ekseriyetle, yabgulara tabidirler. Yabguluk:Eski Türklerde tudunların üstünde olan ve bütün ilin üzerinde ferdi hakimiyet icra eden siyasi reise yabgu derlerdi. Tudun boy beyi demekti. Yabgu da İl Beyi manasında idi. Gökalpın izahatından anlaşıldığına göre, sosyolojide çok iyi bilenen karizmatik hakimiyet tipi ile başlayan büyük hakimiyet, daha sonra ananevi hakimiyete dönüşüyor.HakanlıkHakanlıklar, ekseriyetle bir ecnebi devletinin geçim yeri ve dayanak olarak kabul ederek teşekkül ederdi.İlhanlıkİlhan, hakanlar hakanı demektir. Hakanın haiz olduğu selahiyetleri ilhan daha fazlası ile haizdir.İlhanlıkta kökü olan İle ve hakanlığa dayanır. O da hakanlık ve yabguluk gibi, demokratik ve cumhuri illerden doğmuştur. Gökalpin sistematiğinde, bu sistematiğin temelini Türk Devletinin ve milletinin tekamülü teşkil etmektedir ki, devlet aşiretten başlayarak gittikçe genişleyen ve iç içe kutular halinde büyüyen ilhanlık ve sultanlıklara kadar yayılmaktadır. Böylece büyük devletler, imparatorluklar doğmaktadır, daha sonra da milli devletler meydana gelecektir. AşiretTürk aşiretleri gittikçe birlik ederek küçük, il, orta il, büyük il ve en büyük il safhalarından geçtiği gibi. Oğuzlarda aşirete öz denilirdi. Türklerde müstakil aşiretler yoktu. Her aşiret mutlaka bir ilin içine girip onun bir uzvu olmuştur. Yukarıdaki ifadelerden anlaşılıyor ki, aşiret, devleti oluşturan bir özdür. Bu küçük cemaat tipi sosyal yapıda devletin ilk unsurları bulunmaktadır.
MİLLET
Millet, lisanca dince, ahlâkça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir. Gökalpte içtimai vicdandan, milli kıymetler doğuyor, çünkü içtimaî vicdan, Gökalp sisteminde aynı zamanda örftür. Millet, mefkurevi bir cemiyet olup hiçbir kavimde tamamıyla tecelli edememiştir. Millet, şahsiyetini tam olarak kazanmış bir içtimai zümredir. Milletin şahsiyeti de zaman zaman buhranlı onlarda dahilerde, büyük şahsiyetlerde şuurlu olarak ifadesini bulur. Kavim ise kavimi devlet bünyesi içinde henüz şahsiyetini bulamamış bir zümredir. Ne zaman kavim şahsiyetini kazanırsa o zaman millet olma yolunu tutmuş olur. Netice olarak millet hakkında Ziya Gökalp şu hükme varır: Milletler, medeniyet itibari ile tecanüse doğru gidiyorlar, fakat hars itibari ile birbirinden uzaklaşıyorlar. O halde beynelmilliyeti medeniyetle, milliyeti ise harsta aramak lazımdır. Millî VicdanKavimleri, müstemleke olma durumundan kurtararak duygu ve düşünce muhtevası milli duygunun temelinde yer alan milli vicdanda bulunmaktadır. Milli vicdan nerede teşekkül etmişse artık orası müstemleke olmak tehlikesinden ebediyyen kurtulmuştur. Manevi duyguların ve düşüncelerin millî kıymetlerle olduğu her yerde millî vicdan teşekkül eder.Millî DevletArtık yüzlerce milletlerden mürekkep olan suni camiaların devamına imkan kalmamıştır. Bundan sonra, her millet ayrı bir devlet olacak, mütecanis, samimi, tabi bir cemiyet hayatı yaşayacaktır. Gökalp, Türklerin millî devleti hakkında şöyle diyordu: Mefkure, istikbalin halikidir. Dün Türkler için hayali bir mefkure halinde bulunan Millî Devlet, bugün Türkiyede bir şeriyet halini almıştır. MefkureBir millet büyük bir felakete uğradığı, korkunç bir tehlike karşısında bulunduğu zaman fertlerindeki şahsiyetleri bel eder (yutar, emer): O zaman umumun ruhunda yalnız yaşar, bütün kalplerde bu idame etmek tehalükünden başka bir duygu kalmaz. Bu kargaşada fertler kendi hürriyetlerini değil, milletlerinin istikbalini düşünürler. İşte o muazzez duygu ile karışık olan bu mukaddes düşünceye mefkure denilir. Bir millet tehlikede kaldığı vakit onu fertler kurtarmaz; bizzat millet kendi kendinin kurtarıcısı olur.
KAVRAM ANALİZİ
Kültür Nedir?Sosyal bünyenin muhtevası olan kültür,sosyal hayat alanının prensiplerini teşkil eder. O sebeple, kültür, sosyal hayatın önemli bir kısmıdır. İnsanın hayatı, duygu ve düşünce ile dirilir.Kültür, fertleri bir yönden içinde yaşadıkları tabii çevreye intibak ettirirken, aynı zamanda beri yandan şahısları birbirine ve içinde yaşadıkları sosyal tabiata, başka bir ifade ile sosyal hayat alanının sosyal çevrelerine alıştırma hizmeti görür.Tylora göre; Kültür; bilgi, inanç,sanat, ahlâk, kanun, adet ve cemiyet hayatının üyesi olan insanın kazandığı alışkanlıklar ve kabiliyetleri ihtiva eden karmaşık bir bütündür. Bu tespit bir gerçeği belirtmektedir. O da, kültürün insan tarafından meydana getirildiğini, fakat sonra kültürün, insan şahsiyetini yarattığı hususudur. Kültür ile Hars Arasındaki Mahiyet FarkıGeliştirilmiş zevklerin ve bilgilerin tutarlı olarak meydana getirdiği kalıp veya örüntü harsı teşkil edecektir. Manevi kültürün sanki bir üst tabakasını teşkil edercesine teşekkül eden değerler ve onların muhtevaları tam manası ile harsı meydana getirmektedir. Hars kendi muhtevasında tutarlılık ister. Hars içinde, muhtevalar arasında çatışma olmaz. Kültür muhtevasından çatışarak ve süzülerek kabul edilen ve geçen muhteva unsurları harsa geldiklerinde aralarında tam bir insicam ve uygarlık teessüs etmiş olur. Hars sosyal durumların kültürel berraklığını, kültürel açık ve seçikliğini, kesinliğini belirtir. Hars, üyelerinin, yani harsa bağlı olan şahıslara cemiyetlerini, nasıl göreceklerini, dünyalarını nasıl göreceklerini başka bir ifade ile dünya görüşlerini öğretir. Hars olumlu unsurların ve evetlerin birleştiği bir merkezdir. Kültürün orijin merkezidir.Kültür muhtevalarına göre kurulan sosyal gruplar, değerlerin taşıyıcıları olarak, yine kültürel fonksiyonlara uymak zorundadırlar. Sosyal gruba katılmak aynı zamanda kültür muhtevasına katılmak manasını da taşıyacağından Ziya Gökalp, fazlası ile şahısların kültür muhtevasından ve harstan nasiplerini almalarını tavsiye etmiştir.Kültürden Harsa GeçişKültür öğrenilen bir davranıştır demiştik. Nesiller arasında aktarılan tecrübeler ve bilgilerdir. Ziya Gökalp, fert ve biyolojik yapısı ile canlı tabiat, fizik ve sosyal tabiat çevreleri düşünüldüğünde kültür kavramını benimsemiş, kültürün manevi kısmı ve bilhassa bu kısmın değerler manzumesi ile ahenkli manevi bağlar düşündüğünden de harsı ifade etmiştir.Şahıs, sosyal tabiat içinde kabiliyetleri ile kültürü yaratmış, şahsiyetler kültür muhtevasına yeni unsurlar katmış, fertte fizik tabiat içinde kendi uysal tabiatı ile kültür muhtevasına ve dolayısı ile fiziki çevresine intibak etmiş, insan ise üstün vasıfları ile değerler alemini yaratarak harsi muhtevasına yaşamıştır.Kültür ve lisan ilişkisine dikkat etmek gerekir. Çünkü lisan, insanın meydana getirdiği müesseselerin en eskisi ve temelde bulunanıdır.Kültürü yaratan asıl faktör lisandır. Lisan, insana üç hususta yardımda bulunur: 1. Öğrenme, 2. Anlama ve 3. Kavrama.Bir kültüre katılmakla anlamak, öğrenmek ve kavramak ameliyeleri birbirini takip edecek ve şahısta kültür muhtevasını kazanmış olacaktır.Bu üçüncü ameliye ile yani vukuf peydahlamak ve kavramak ile insan kültürden harsa doğru inmiş, yani kültürün Ziya Gökalpe göre, derinliklerine, köküne inmiş ve harsı elde etmiş olur.DEĞERLENDİRMEİçtimaileşme (Sosyalizasyon) ve maşeri şuurBütün insan cemiyetlerinde zümre şuuru sosyo-psikolojik mahiyettedir. Maşeri şuur denilen zümre şuuru şahısları duygu, düşünceleri ile kavrayan ve belirli hedeflere yönelten kuvvetlere sahiptir. Zümre şuuruna bağlanmak, zümreye bağışlanmak halleri aynı zamanda aynı gayeye bağlanan bir gayeye yönelen kişileri de kendi aralarında birbirine bağlar. İşte buradan da dayanışma doğar. Aile de, bu dayanışmanın muhtevasını ahlâk doldurur. Ahlâki olduğu gibi, dinî, hukukî, bediî ve zevk ve kaideleri ihtiva eden kültürel hususiyetler, kişilerine belirli davranışları kazandırmaya yararlar. Bu içtimaileşme süreci, sosyal organizasyonlara temel teşkil eder.İnsanlar arası münasebetler fertleri evvela aile içinde ve daha sonra komşuluk grubunda ve derece derece cemaat yapıları içinde geliştirir. İşte bu geliştirme, insanları tedricen cemiyet hayatına alıştırma olayına sosyalizasyon adı verilir.Sosyalizasyonun oluşumu içinde, insanlar kademe kademe cemiyet hayatına ve onun muhtelif davranışlarına sahip olurlar. Müşterek keder, müşterek sevinç ve kader birliği cemaatin esas hususiyetleri olduğuna göre millet de bir cemaattir. En azından Hans Freyerin dediği gibi, millet bir dil cemaatidir. Sosyal kuvvetler, cemaatin içinde bütün geçmişe sahiptirler. Sosyal kuvvetlerin geçmişini anlamadan cemaatin geçmişi idrak edilemez. Geçmiş ile hali hazır işbirliği geleceği hazırlayacağı için Ziya Gökalp, Hars ve cemaat anlayışında, geçmişe ve hali hazıra büyük ehemmiyet vermiştir.Yabancılaşmanın Karşısındaki GökalpEski kültürlerin cemaat tipi sosyal yapılarında her ne kadar kültürel tamlaşma sade haliyle çok daha kuvvetli ise de; o zamanki bütünleşme az sayıda faktörlere dayandığından ve kültürel hususiyetlerin de çok basit olmasından dolayı gelişmiş insan tipi yaratmaları şansı azdı. Bugünün modern cemiyetlerinin ve cemaat yapılarının kültürel tamlaşması siyasi, sosyal, ekonomik, hukuki, dini, ahlâki gibi muhtelif müesseselerin öncelikle kendi sistemlerinde tamlaşmalarını ve sonra da kendi aralarında tamlaşıp bütünleşmelerini gerektirmiş vaziyettedir ki, mevcut durum geçmiş zamanların durumlarından çok daha karmaşık bir karakter ortaya koymuştur.Kültür kısımları kendi aralarında tamlaşma oluşumu yaratarak kültür bütününü meydana getirirler. Kültür kalıbı ve onun içindeki kültür muhtevasının tamlaşmış bütünlüğü esastır. Bu esasın kendine özgü bütünlüğünü görerek bütünden kısımlara doğru inmek ve kısımları bütün içinde değerlendirmek Gökalpa göre asli vazifemiz olmalıdır. Her kültürde bütünün, kendisine has karakterini ve kısımlar arasındaki sıkı bağlarını görmek gerekir. Bir memlekete bakıp, başka bir memlekette ona göre hükümler vermeye kalkışmak yanlış olur.
SONUÇ
Sonuç olarak, bir millete müşahade edilen gelişmeler, milletin harsî kuvvetlerine ve hususiyetlerine sahip olmasına bağlıdır.

Ziya Gökalp Ve Sosyoloji Anlayışı


Ziya Gökalp, Türk sosyoloji tarihinde yeni bir sayfa açmıştır.içtimai pozitivizme dayanarak, Türkiyede yeni bir ideoloji yaratmada başarılı olmuştur. Gökalpın öğrencilik hayatında üç tesir altında kaldığı söylenebilir:Bunlardan biri klasik mektep tahsili; Ona garbın müsbet ilimlerini öğretiyor. Diğeri, o devirde okuduğu Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi şahsiyetler, Ona vatanseverliği telkin ediyor; diğeri de Ona şark filozoflarını tanıtan amcası Hacı Hasib Efendidir. Mektep Onu sistematik, metotlu ve garp kültürüne vukufu olan bir aydın haline getirmiş. Fakat, bu kültür Onun ruhunu garp ülkelerinde gezdirmemiş . Namık Kemal Onun ruhunu tesir ederek, vatanperver ve milliyetperver yapmıştır. Şark eserleri de Ona zengin bir ufuk açarak, Onu alim ve filozof yapmış, O da üç kültür kaynağını kullanarak, şark felsefeli, vatanperver bir kişi olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun sonunu gören Gökalp, sosyolojiye dayanarak, Türkiyede milliyet akımını sistematik bir şekilde izah etmiş, Türkçülüğün Esaslarını kurmuştur.
Sosyoloji, toplum sorunlarını açıklamak ve bu sorunlara bir çözüm getirmek iddiasını taşımaktadır. Osmanlığın İmpatorluğu çeşitli sorunlar içinde bocalamakta ve bu dorunları kendi gücüyle ve kendi içinde çözemeyeceğine inanmaktadır. Tam bu sırada Batıda sosyoloji toplum sorunlarına açıklama ve çözüm önerileriyle karşımıza çıkınca Osmanlı aydınları arasında yankı uyandırmıştır. Gökalp, sosyoloji açısından, ülkemizde Comte-Durkheim okulunun temsilcisi olarak tanınır. Gerçekten de Durkheim sosyolojinin ülkemize yerleşmesi ve 1940'lı yıllara kadar Türk sosyolojisinde, neredeyse tek egemen sosyoloji ekolü olması, Onun aracılığıyla olmuştur. Tütengile göre Gökalp, Türkiyede sosyolojiyi kurmuş, bir tarih şuuru yaratmış, kültür milliyetçiliği yaparak ırkçılığı reddetmiş, modern aile, kadın hakları ve hukuku, özerk üniversite, Türkçe ezan ve Kuran konularında çok önemli fikirler öne sürmüştür. Gökalp, pozitvist sosyolojinin düşün ilkelerini tümüyle ülkemize aktarmıştır. Kültür-uygarlık, evrensel sosyoloji-milli sosyoloji, ilkel toplumlar-uygar toplumlar gibi ikili ayrımlar, Gökalpin sosyoloji anlayışının temelini oluşturmuş, Türk tarihi, ulusal edebiyat, bilim ve felsefe anlayışı, toplumbilim araştırmaları, bilimsel yöntemlerle toplumsal yapının incelenmesi sorunu, sistemli düşünce, işbölümü ve çalışma organizasyonu gibi konulardaki görüşlerinin temellerini atmış ve çevresine yaymıştır. Gökalp, toplumbilimin yöntemi olarak, tümüyle ampirik yaklaşımı, deneysel yöntemi, bir başka deyişle, tümevarım şeklinde akıl yürütmeyi öneriyor. Ona göre, tümdengelim, önyargıları da birlikte getireceğinden, bir kavmin incelenmesinde sağlıklı bir yol değildir. Tümevarım yoluyla, soyutlama sürecini de savunmakta ve bilimsel yasalara, araştırmalara dayalı, bilimsel yöntem yoluyla erişeceğimizi savunmaktadır. Ona göre bilim, aceleci davranmaz ve bir sabrın neticesinde ortay çıkar. Gökalpin sosyoloji anlayışında sosyoloji, genel medeniyetleri ve kültürleri karşılaştırarak toplumların ve kurumların tabi oldukları kanunları bulmak ve toplumlara istenen yönü vermek açısından çok önemli bir göreve sahiptir. Toplumların tabi oldukları kanunları bilen sosyologlar, bir ulusun gelişmesinde etkin rol oynarlar. Ona göre, dahiler sezerek, sosyologlar da toplumsal kanunları bilerek bir milletin gelişmesinde başat role sahiptirler. Gökalp, başlangıçta Osmanlının kurtuluşu için çalışmış, bunun başarılamayacağını anlayınca, çözümü Türkçülük ve milliyetçilikte görmüştür. Merkeziyetçi bir yönetim anlayışına sahip olan Gökalp, ülkeyi kurtaracak Batı tipi reformların ancak sivil-asker bürokratlar tarafından gerçekleştirilebileceğine inanmaktadır. Temel hedefi ise Türk toplumunda Doğu uygarlığından Batı uygarlığına taşımaktır. Gökalpe göre, sosyolojini konusu içtimaiyet usullerinin tatbiki, milli medeniyetin tarihi ile kavim ve medeniyetlerdir. Ona göre sosyoloji, toplumların işleyiş ve etkileşim kanunlarını ortay koyacak ve böylece gelecekte topluma istenilen yön verilebilecektir. Ona göre topluma yön verecek olanlar ise dahiler ve sosyologlardır. Dahiler sezerek ;sosyologlar da sosyal realitenin kanunlarını bilerek ve uygulayarak, toplumun evrimi konusunda etkili olurlar. İşte bu nedenlerden dolayı O, sosyolojiye yönelir. Çünkü sosyoloji aracılığıyla çökmekte olan bir toplumun sorununa çözüm bulabilecek ve onu Doğu uygarlık alanından Batı uygarlık alanına taşıyabilecektir. Ona göre, toplumsal sorunlar ancak sosyoloji ile çözülebilir. Sosyoloji, bir toplumu tanımada, ulusal medeniyetin tarihini incelemede ve mevcut sorunları çözmede her derde deva olarak gören Gökalp, bu bağlamda determinist ve pozitivisttir. O, toplumbilimin varlığını toplumsal olaylar arasındaki determinist ilişkiye bağlıyor. Böylece bir bilim dalının varolma gerekçesini nedenselliği de aşan bir biçimde, gerekircilikte arıyor. Comte-Durkheim ekolünü benimsemekle birlikte, bu ekolün görüşlerini milli özelliklere göre yeniden biçimlendiren Gökalp, evrensel olma düşüncesinde olan Batı sosyolojisinin Comte-Durkheim ekolünden milli bir sosyoloji yaratma çabasındadır. Çelişki gibi görünen bu durum aslında bir çelişki değildir. Çünkü genel amaç Batı medeniyetine katılmaktır. Gökalpin, Spencer ve özellikle Durkheimi hatırlatan evrim teorisi vardır. Ona göre toplumlar;
1)İlkel (kavim)
2)Milletler olmak üzere ikiye ayrılır.
Bu ayrımı yaptıktan sonra bir alt gruba iniyor ve burada klandan bahsediyor. Bu alt gruplamalarla yavaş yavaş evrim anlayışı beliriyor. Ona göre klan, insan topluluklarının ilk biçimidir. Klanlar birleşerek kabileleri, kabileler birleşerek aşiretleri, aşiretler de bir araya gelerek konfederasyonları oluşturur. Ya da, toplumlar, cemia, camia, cemiyet şeklinde bir evrim geçirirler. Kavmin cemiyet aşamasına geçmeden önce mutlaka cemia ve camia stajlarını yapmak zorundadır. Toplumlar önce ilkel kavimler şeklinde bulunur, sonra dinsel ulus niteliğini alır ve dinsel uluslar da evrimleşerek yasal uluslara dönüşürler. Toplumların en son aldıkları şekil kültürel ulus biçimidir. Gökalp, buna harsi millet demekte ve bir ulusun harsi millet olabilmesi için mutlaka din, ahlak, hukuk, güzel sanatlar, dil, iktisat, bilim-teknik gibi konulardan oluşmuş bir gelenekler, ulusal bilinç ve bunların temsilcisi olan büyük adamların var olması gerektiğini belirtir. Gökalp, klan deyimini semiyye deyimiyle dile getirmekte ve şöyle tanımlamaktadır: semiyye dini bir karabetle birbirine merbut yüzlerce hatta binlerce fertlerden mürekkep ailevi bir zümredir. Semiyyeyi teşhis eden alamet fertlerin müşterek ceddi itibar olunan muhayyel, yahut hakiki bir mevcudun namıyla tesmiye olunmasıdır. Müşterek ced aynı zamanda semiyyenin rabb-i hası itibar olunur. (Hançerlioğlu, Orhan, Toplumbilim Sözlüğü).
Gökalp ilkel kavimleri dörde ayırır:
1) Tehallüf etmemiş semmiyeli kavimler: Avustralya kavimleri.
2) Tehallüf etmiş semmiyeli kavimler: Kuzey Amerikadaki Hintliler (Kızılderililer)
3) Aşiri kavimler: Afrikadaki Dahomeyler.
4) Tereddiye uğramış iptidai (ilkel) kavimler: Seylan adasındaki Veddalar ( Kongar, Emre, Türk Toplum Bilimcileri).
Gökalp, kavim deyimini toplum anlamında kullanıyor. O, kavmi toplumbilim konusuna almakla budun bilimi ile toplumbilimi birleştirmiş olmaktadır. Bir toplum ahlaki dayanışma yolu ile sağlanan insanlar grubudur. Dayanışma iki çeşittir. İlki, inançlar ve duygular benzerliğini kapsayan dayanışma biçimidir ki, Gökalp buna mekanik dayanışma diyor. İkincisi, toplumsal işbölümünün ürünü olan organik dayanışmadır. Ona göre, mekanik dayanışma, inançlar ve duygulardaki benzerliğin ; organik dayanışma ise ustalık ve yeteneklerdeki benzerliğin sonucudur. Mekanik dayanışma fertleri bir toplum canlısının hücreleri; diğeri de uzmanlaşmış organları şeklinde açıklar. İlkel toplumlarda sadece mekanik dayanışma hakimdir. Çünkü, toplum işbölümü, cinsiyet ve yaş farklılaşmasından ibarettir. Toplumsal işbölümü ya hiç yoktur veya henüz başlangıç halindedir. Milletler (uluslar) iki dayanışma (tesanüt-solidarity) türüne sahiptirler. Milletler, organik toplumlar olarak ifade edilirler. Parçalık niteliği taşıyan toplumlarda fertler sadece hücredirler. Oysa organik toplumlarda fertler uzmanlaşmış, görevleri olan organlardır. Parçalı toplumlarda, fert ile toplum arasında sağlanan bir ilişki vardır. Ona göre, organik toplumlarda fert, topluma hem dolaylı hem de dolaysız olarak bağlıdır. Organik toplumda, mekanik bir dayanışma da görülebilir. Bu durum Gökalpi Durkheimden ayıran en önemli noktadır. Durkheimde olduğu gibi, Gökalpde de toplumların evrimi mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya doğrudur. O, organik dayanışmanın gerçekleştiği toplumları millet olarak kabul ederken yeryüzündeki bütün toplumların bilimsel sınıflandırılmasını da yine bu ölçüye göre değerlendirmektedir. Gökalp, ilkel toplumları: Klan ( farklılaşmamış cemaatlar)dan millet ( farklılaşmış toplum)e olmak üzere sınıflandırırken, kabile veya klanın kaybolması milli duyguların yükselmesini sağlamıştır, fikrindedir. Gökalp göre toplumlar ulus olmak bakımından üç türe ayrılabilir: Gökalp birinci ulus grubuna imami milletler diyor. Bu grup uluslar Gökalpa göre varlığını ve birliğini bir özle Tanrı imgesinden ya da ortak bir kamu dininde bulur. Bu toplumda dine dayalı bir kamu hukuku oluşmuştur. Gökalpin birinci ulus grubuna koyduğu imami milletler daha çok bize, doğunun eski çağlardaki hükümetleri ile Avrupanın ortaçağ hükümetlerini dile getirir niteliktedir. Gökalpin belirttiği bu grup uluslarda din temeldir. Her şeye din açıklık getirir. Gökalpin belirlediği ikinci ulus tipi Teşri (yasamasal) Milletlerdir. Bu ulus tipi imami milletlerden farklıdır. Artık özel mülkiyet ve bireysel özgürlükler her tarafa yayılmakta; hükümet dine değil, ulusal egemenliğe dayalıdır. Gökalp, bu tür uluslara Karye esasına müstenid milletler denebileceğini söylüyor ve bunlara örnek olarak Fransa ve İtalyayı gösteriyor. Yasamasal (teşri) uluslarda kentler belediye meclisleri aracılığıyla kendilerini yönetirler, kent uygarlığı ve özel mülkiyet köylere kadar yayılır. Gökalpın karve (commune) adını verdiği bu kentlerde dinsel kamuoyunun dışında siyasal bir kamuoyu da oluşmuştur. Gökalpa göre üçüncü ulus tipi harsi (kültür, ekin) millettir. Ona göre bir toplumun kurumlarının daha önce birlikte yaşadığı başka toplumların kurumlarıyla ortak özellikler taşır. Ona göre yukarıda saydığımız bütün ulus tipleri, ortak özellikleri olan ulus tipleridir ve bu tiplerin birer ulusal ve bağımsız uygarlığı yoktur. Harsi milletlerin kurumları ortak özellik taşır, bunlar uygarlık toplumlarıdır. Gökalpin deyimiyle müesseseleri arasında iştirak bulunan bu gibi kavimlerin mecmuuna medeniyet zümresi denir. Sonuç olarak şöyledir: millet, imami cemiyetlerde kendini imamda, teşrii cemiyetlerde kendini kuvve-i teşriiyede mütecelli görüyordu. Harsi cemiyetlerde ise kendini harsının mümessilleri tarafından temsil edilmiş görür. Çünkü hars milli vicdanın muhtelif müesseseler suretinde tezahür etmiş müteayyin şeklinden ibarettir. (Hançerlioğlu, Orhan, Toplumbilim Sözlüğü). Ona göre, bir toplum diğer toplumlara kendi değerlerini (dil, din vs. ) benimsettiği, onları asimle ettiği zaman kendi ulusal uygarlığını, yani harsa adım atmış olur. Gökalp Harsi Millet deyimi ile, bir ideal toplum ve yapı oluşturma çabasındadır. Bu yapıda heyet esasına müstenid milletler dediği bir kurumdan bahsediyor. Bu kurum toplumun kültürünü belirleyecektir. Burada bir faşistlik var gibi (kendi ırk ve kültürünü oluşturma). Ve ona göre diğer ulus tipleri, iptidai ulustan harsi millet dediği ulusa doğru bir evrim geçirmiştir. Bunu da şu cümlelerinden anlıyoruz: Mamafih bir kavim aşağıdaki nevilerden yukarıdaki nevilere geçerken eski müesseselerini tamamıyla kaybetmez. Her nevin esaslı bir teşkilatı hususi bir vazife deruhte ederek canlı bir surette baki kalır. Bu surette harsi bir millete, iptidai kavimlerin karabet teşkilatı aile suretinde, imami milletin dini teşkilatı, ümmet suretinde, teşrii milletin teşekkülü kavmin tekamül merhaleleri olan aile, ümmet, devlet teşkilatlarına hars teşkilatının inzimam etmesi ile başlar. (Kongar, Emre, Türk Toplum Bilimcileri ) . Gökalpa göre dördüncü grubu istiklalini kaybetmiş milletler oluşturur. O bunlara milletlerin dördüncü nevi millet haline geldikten sonra istiklalini kaybeden kavimlerdir diyor ve Lehlileri buna örnek veriyor. Gökalpa göre insan toplumlarının son aşaması harsi millettir. Fakat henüz hiçbir toplum bu aşamaya ulaşamamıştır. Ancak ileri batı ülkeleri, teşrii milletten harsi millete geçiş aşamasındadır. Ona göre bir ulusun kültürel ulus olması için mutlaka din, ahlak, hukuk, güzel sanatlar, dil, iktisat, bilim-teknik konularında oluşmuş gelenekler, ulusal bilinç ve bunların temsilcisi olan büyük adamların varlığı gereklidir. Gökalp, yasama organı gibi bir organ önermektedir. Bu organ ulusun, başkentinde, her hars alanında oluşturulacak uzmanlık kurullarının temsilcilerinden oluşacak yüksek bir organdır. O böylece kültürel ulus aşamasında toplumsal bilinci temsil edecek bir uzman temsilciler kurulu önermektedir. Bütün bu sosyolojik tanımlama ve açıklamaların tek bir nedeni vardır: Evrimci ve determinist bir anlayıştan yararlanarak, Türk toplumunun Doğu uygarlığından Batı uygarlığına, imparatorluktan ulusal devlet aşamasına geçmesini haklı gösterecek kanıtlar bulmak ; bu dönüşüme bilimsellik kazandırmak. Bu bağlamda, Gökalp, toplumların kavim, devlet ve imparatorluktan milli devlete doğru evrimleştiğini göstererek, millet aşamasının, toplumsal evrimde son halka olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla, Türk toplumunun Doğu uygarlığından Batı uygarlığına, imparatorluktan ulusal devlet aşamasına geçmesi bilimsel bir gelişmedir. Gökalp, Batı tipi ulusal, çağdaş bir milli devletten yanadır. O, yeni Türkiyeyi harekete geçirecek hamlenin inkılap ruhu olduğunu belirtir. Yeni Türkiyenin hedefleri, kültür alanında Türkçülük, siyaset alanında halkçılıktır. Siyasi halkçılık, demokrasinin Türkçe karşılığıdır ve halkçılık-demokrasi en çağdaş, en mükemmel özellikleri olan hükümet tarzıdır. Halkçılığın, yani demokrasinin yürümesi için her şeyden önce insanların birbirine eşit olabilmesi koşulunu getiren Gökalp, beyaz ırkın diğer ırklara ve erkeklerin kadınlara karşı üstünlüğünü savunan ırkçı görüşleri de şiddetle eleştirir. Çünkü, bütün toplumsal olaylar genetikle geçmezler ; tüm insanlar toplum dışı olarak dünyaya gelirler ve toplumsal karakterleri, içinde yaşadıkları toplumdan, o toplum normları çerçevesinde alırlar. Günümüzde Gökalpi ırkçı diye suçlayanlar vardır. Gökalpin ırkçı olmadığını şuradan da anlayabiliriz: O, tüm milletleri dost olarak görmekte ve iş birliğine girmelerini arzulamaktadır. Bu görüşleri ile daha sonraki bazı milliyetçilerden ayrılan Gökalp, milletler arasındaki ilmi, iktisadi, medeni dayanışma ve mübadelelerin bulunduğunu; milletlerin birbirine tabiaten düşman değil dost olduklarını belirterek, milletleri birbirine düşman yapanların tutucu papazlarla emperyalist ve kapitalistler olduğunu yazmasıdır. Bunlar ortadan çekilirse milletler birbirlerini kardeş gibi seveceklerdir. Eşitsizlikleri suni-yapay olarak değerlendiren Gökalp, insanlar arasındaki ilişkileri eşitlikçi bir tabana yerleştirmek istemektedir. Gökalpa göre halkçılığın en önemli görevi bu yapay eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hiç kimse dünyaya esir veya serf olarak gelmemiştir. Yapay eşitsizlikleri ortadan kaldıracak olan halkçılık, tabii eşitsizlikleri de eğitimle azaltabilir. Gökalpin millet tanımında ırk ve ırkçılığa yer yoktur.
Buna göre millet öncelikle;
a)Coğrafi bir zümre değildir.
b)Millet, ırk ve kavim demek değildir. Çünkü, milletler tarihsel süreçte karışmışlar ve saf ırk, saf kavim diye bir şey kalmamıştır. Saf ırk ve kavim aramak saçmadır.
c)Millet, bir imparatorluk içinde yaşayanların toplamı değildir.
d)Millet, bir adamın keyfine ve çıkarlarına tabii olarak mensup saydığı herhangi bir cemiyet değildir. Millet, coğrafi, ırkı, siyasi, iradi kuvvetlere üstünlük gösteren; terbiyede, kültürde, yani duygularda iştiraktır. Millet dilce ortak olan, yani terbiye almış fertlerden meydana gelmiş bulunan kültürel bir zümredir. Gökalpin devlet ve millet üzerine ürettiği görüşler imparatorluktan cumhuriyete, çok uluslu yapıdan tek uluslu yapıya geçişin habercisidir. Gökalpin Türk toplumbilimine en büyük katkılarından biri; uygarlık- kültür ayrımını ve tartışmasını getirmiş olmasıdır. O, medeniyet (uygarlık) ve Hars (kültür)kavramları arasındaki ayrımı şöyle belirtiyor: Bir medeniyet, müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple, her medeniyet, mutlaka beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin, her millete aldığı hususi şekilleri vardır ki, bunlara hars adı verilir. (Kongar, Emre, Türk Toplum Bilimcileri).
Gökalp, medeniyet ile harsın farklarını on maddede toplar:
1) Medeniyet beynelmilel olduğu halde, hars millidir.
2) Medeniyet bir milletten başka bir millete geçebilir, fakat hars geçemez.
3) Bir millet, medeniyetini değiştirebilir; fakat harsını değiştiremez.
4) Medeniyet, usul ve akıl vasıtalarıyla yapılır; Hars, ilham ve hads vasıtalarıyla yapılır.
5) Medeniyet, iktisadi, dini, hukuki, ahlaki ilh. Fikirlerin mecmuudur.
6) Hars, dini, ahlaki, bedii duyguların mecmuudur.
7) Türklerde, bir cemiyetin içtimai bünyesi birden bire yükselebilir. Bir kavmin içtimai bünyesi, az zamanda, Aşiret bünyesinden il bünyesine, küçük ilden orta ile, orta ilden büyük ile, büyük ilden de en büyük ile kadar çıkabilir.
8) Bir kavmin siyasi bünyesin de, Tudunluktan Yabguluka, Yabguluktan Hakanlıka, Hakanlıktan İlhanlıka yükselebilir.
9) Medeniyetini değiştiren bir millette, hars da değişirdi.
10) İktisadi silsile-i meratibi de birer, birer geçerdi. (Kongar, Emre, Türk Toplum Bilimcileri).
Gökalpin bu açıklamalarından, onun evrimci yanını belirgin bir biçimde görmekteyiz. O, toplumların toplumsal yapılarını aşiretten büyük il e dek, belli bir hiyerarşi içinde sıralıyor. Aynı sıralamayı siyasal bakımdan da Tudunluk tan ilhanlıka dek yapıyor. Kültür ve uygarlık kuramının, Gökalp tarafından Türk tarihine uygulanış biçimi gerçekte basittir. Türk tarihinde bir Osmanlı dönemi yaşanmıştır. Ancak bu dönemi önemsememiz de gerekmemektedir. Osmanlı katıldığımız çeşitli uygarlıklardan birisidir. Osmanlı, geçmiş dönemin en önde gelen uygarlığıdır. İleri olması nedeniyle Türkler bu uygarlığa katılmışlardır. Fakat bu dönem artık geride kalmıştır. Bu nedenle Osmanlı uygarlığına katıldıkları gibi aynı nedenle ayrılacaklardır. Uygarlık uluslararasıdır. Uygarlık ürünleri bir toplumdan diğer topluma geçebildikleri gibi, toplumlar da herhangi bir sakınca ve sorunla karşılaşmadan bir uygarlık alanından diğer uygarlık alanına geçebileceklerdir. Böylece Osmanlı sorununa bir karşılık bulunduğu gibi batılılaşma girişimlerimize de kuramsal bir temel getirecektir. Tönniese göre kültür, gelenek, din ve sanatı; medeniyet ise hukuk ve bilimi yansıtır. Bunun gibi nasıl toplumlar cemaatların gelişmesinden doğmuşlarsa, kültür de medeniyeti yaratmıştır. Bu görüş Gökalpin kültür ve medeniyet anlayışını yansıtır. Gökalpde ulusların karşılaştırmalı tarihi bize gösteriyor ki, ilkin uygarlık kaynağını hars (kültür) da buluyor. Bu bakımdan, her toplumun (kavim) ilkin yalnız kültürü vardı. Kültürün yükselmesiyle de medeniyet doğar. Çünkü, medeniyet, toplumlar arasındaki ortaklaşa kurumların tümüdür. bir başka deyimle medeniyet kültürün sonucudur. Modern antropolojiye göre, kültür medeniyeti kapsar. Bir toplum, Gökalpe göre kültür alanında ilerledikçe medeniyeti de yükselir. Medeniyetin hızla yükselmesi kültürü bozar. Her kavmin yalnız kültürü vardır. Bir kavim, kültürce yükseldikçe siyasetçe de yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Diğer taraftan da kültürün yükselmesinden medeniyet de doğmaya başlar. Medeniyet, ilkin milli kültürden doğduğu halde, diğer ülkelerin medeniyetinden de bir çok kurumlar alır. Fakat bir toplumun medeniyetinde fazla bir gelişimin hızla ortaya çıkışı zararlıdır. Gökalpe göre kültürü kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle; kültürü bozulmuş, fakat medeniyeti yüksek olan diğer bir millet siyasi mücadeleye girince, kültürü kuvvetli olan millet daima galip gelmiştir. Örneğin; eski Mısırlılar, medeniyette yükselince kültürleri bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars devleti ise medeniyette henüz geri olmakla beraber, kuvvetli ve kültüre de sahipti. Bundan dolayı, Farslılar, Mısırlıları mağlup ettiler. Birkaç yüzyıl sonra, İranda da medeniyet yükseldi . Bunun sonucu olarak da kültür zayıflamaya başladı. Bu defa da başlangıçta henüz kültürleri bozulmamış olan Yunanlılara mağlup oldular. Gökalpde kültür, bağımsızlığını sürdürmesi için medeniyeti temsil etmekle yükümlüdür. Eğer bir kültür, çevresindeki medeniyeti temsile çalışmazsa, çevredeki medeniyet o kültürü bozar, yok eder.
Bu suretle Onun kültürel sikloit (devirsel) teorisi iki noktada özetlenebilir:
1) İlkin, medeniyet kaynağını kültürde buluyor. Yani toplumlarda kültür başlamadan medeniyet doğmamaktadır.
2) Medeniyet yükselince kültür de bozuluyor. Bozuk kültürlü milletler de medeniyetsiz toplumlara yenilmektedirler.
Gökalpe göre kültür, medeniyete üstün gelir. Çünkü medeniyetsiz kültüre sahip olan millet sağlamdır. Buna karşılık, kültürsüz medeniyete sahip bulunan bir millet de hastadır. O halde, bir milletin sağlam olabilmesi için hem kültürünün hem de medeniyetinin dengeleştirilmesi gerekir. Heyde göre ; Gökalpin kültüre yaratıcılık yeteneği, sadelik ve güzellik gibi beğenilmeye layık ve cezbedici nitelikleri atfetmesini ve medeniyete bunun karşıtı sıfatları kullanması onun, kalp ile akıl arasındaki iç mücadelesinin bilimsel olmayan yansımasıdır. Gökalp, uygarlıkla kültürü aynı şey sayan kimi toplumbilimcilere karşı bu ikisini birbirinden ayırmaktadır. Ona göre, uygarlık uluslararası ve özdeksel, kültür ise ulusal ve tinsel bir güçtür. Birçok düşünür uygarlığın, toplumların çöküşünün sebebi olduğu fikrini benimsemişlerdir. Toplumlar, güzel sanatlar, zevk ve duygularında inceldikleri zaman, duygusal hayatları kaba olan toplumlar tarafından yenilgiye uğratıldıkları bilinen gerçeklerdir. Gökalpde medeniyetin doğuşu kültürün sebebi, kültürün çöküşü de medeniyetin sonucu olmasına rağmen, bu toplumlar için bir fatalizm (kadercilik) değildir. Çünkü, bir noktada kültür ile medeniyetin uzlaştırılması toplumu bu alın yazısı çöküşten kurtarması mümkündür. Kültürün büyümesi bir toplumdaki (millet) değer duygularının eğitim yolu ile gerçekleşmesine bağlıdır. Çocuk, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren sosyalizasyon süreciyle, içinde yaşadığı toplumun kültürünü kazanır. Gökalpde ulusal bilinç çok önemlidir. Durkheimdeki toplumsal bilinç ve toplumsal vicdan kavramları, Oda, ulusal bilinç niteliğine bürünmüştür. Ona göre ulusal bilinç kavramı, insan toplumlarının evriminde önemli bir aşamayı belirler. Kurtuluş Savaşında düşmanların içimize girememesi Ona göre, bizde ulusal bilincin gerçekleştiğidir. Diğer taraftan, örneğin; Arabistanda ulusal bilinç gelişmemiş ve onları cemia (toplum) toplumu olarak görmektedir. Çünkü İngiliz ve Fransızlar aralarında Arabistanı paylaşmışlardı. Gökalp, bütün sistemini, ulusal bilincin yaratılmasına adamış, bunun için de mefkure dediği ideal ya da ülkü kavramının geliştirilmesi için çalışmıştır. Ona göre, mefkure bireyleri, bir toplum bilinci içinde birleştiren bir güçtür. Mefkure, insanı çıkarcılıktan kurtaran, özveriye yönelten bir etkendir. Bu noktada Gökalp, mefkureyi Türk tarihinin kökeninde aramaktadır. Ona göre, toplumsal değerler, insanlara ve eşyalara, ancak belli ideolojiler (inanç sistemleri) yoluyla verilebilir. O, toplumsal yaşamın bazı alanlarında, doğrudan doğruya teknoloji ithalatının gerekliliğini savunurken, bazı alanlarda da ulusal kültürün geliştirilmesinden yana olur. Turancılıktan yola çıkan Gökalpin Durkheimin toplumsal bilinç kavramını ulusal bilince dönüştürme süreci, ulusun kurtuluşunu burada görmesinden ve toplumsal bilincin önemini kavrayarak uygulanabilir bir çizgiye gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda Gökalpin temel ideolojisi Turacılık değil, ulusalcılıktır. Ancak bu ulusalcılığa sahip çıkacak ve bunun bilincine varan kitlesel destekleyiciler bulamadığından bu bilinci seçkinci bir anlayış çerçevesinde aydınlardan beklemiştir. Gökalp, bir ülkede harsi milletin kuruluşu için gereken ilerlemelerin ancak ekonomik öğeye bağlı olduğunu söyler. İktisadi hayatın yükselmesi, yalnız mütehassısların yükselmesi için lazım değildir. Diğer içtimai faaliyetlerin yaşaması da her birinin zengin bir bütçeye malik olmasına bağlıdır. Bir memlekette iktisadi hayat yüksek değilse ne ilim, ne sanat ne felsefe, hatta ne ahlak ve din yüksek tecellilerini göstermez (Kongar, Emre, Türk Toplum Bilimcileri). Ona göre, Türkleri bir camia haline getirecek ve Türk kültürünün oluşması gelmektedir. Milli iktisadı meydana getirmek için öncelikle gerçek gözlemler yaparak mülk ve milletin teknik üretim tarzını, hukuki yöntemlerini ve bunlar arasındaki ahengi araştırmak, onları bir sistem haline getirmek ve ondan diğer sistemlerle karşılaştırmalar yaparak sonuçlar çıkarmaktan ibarettir. Milli iktisadın kurulması için öncelikle bir milli iktisat bakanlığı oluşturulmalıdır. Gümrük tarifeleri ile demiryolları tarifesinin düzenlenmesi ve liman işlerin idaresi de adı geçen bakanlığa verilmelidir. Devletin iktisadi görevi yalnız bir bakanlıkta toplanmalıdır ki, memleketimizdeki iktisadi faaliyetlerde birlik ve dayanışma meydana gelebilsin. Milli iktisat konusunda, Alman milli iktisat sistemini ve Fransız solidarizminden beslenen Gökalp. Ekonomik kalkınma ve büyük sanayinin kurulması, anlayışı bakımından devletçidir. O, ulusal bir devlet kapitalizminin siyasal çerçevesini çizerken, sömürgeciliğe karşı olduğunu da belirtmektedir. Ulusal burjuvazinin yaratılmasının hedefleyen Gökalp, devletin ekonomiye hem işletmeci ve hem de sermayedar olarak katılmasını isteyerek, karma ekonomi modelinden yana olduğunu belirtmektedir. Gökalpe göre halk kültüre, aydın (güzide, seçkin, elit) medeniyete sahiptir. Bunlar ;yüksek öğrenim, ilim ve eğitim görmüş olmakla halktan ayrılırlar. Çünkü, yetiştikleri okullar milli değildir. Bundan dolayı aydının halka ve sorunlara yabancılaşması problemi ortaya çıkıyor . Gökalpin bu yabancılaşma sürecini çözümlemesi için ileri sürdüğü görüş kültür-medeniyet dengeleştirilmesine dayanmaktadır. Böylece halk ile aydın arasında ayrılma yerine, birleşme ve mozaikleşme ortaya çıkacaktır. Aydın medeniyetin taşıyıcısıdır. Bundan dolayı kozmopolittir. Halk ise kültüre, milli değerlere sahiptir. Bu noksanlığın giderilmesi için aydının halka gitmesi gerekir.
Gökalpe göre, böyle bir eğilim, her şeyden önce, iki hususu gerçekleştirmek için zorunludur :
1) Halktan kültürel bir eğitim almak için halka doğru gitmek
2) Halka medeniyet götürmek için halka doğru gitmek.
Aydın, halka doğru yönelmediği sürece milli değerlerden uzaklaşarak suni bir ortam içinde bozulmaya uğrayacaktır. Onun halka doğru yönelmesi en büyük itici güç olan kültürü kazanmasını sağlayacaktır. İşte bu kültürleşme, medeniyetle dengeleşmek suretiyle aydın sınıfı kökü kopmuş bir ortamdan sıyırarak canlılığını tazeleyecek yeni bir ortam içine itecektir. Gökalpdeki bu açıklama biçimi bize Paretonun elitlerin dolaşımı (sirkülasyonu) teorisini hatırlatmaktadır.
Paretoya göre:
1) Her toplumda idareyi elinde bulunduran güzideler(elitler) grubu.
2) Çoğunluğu teşkil eden aşağı sınıflar olmak üzere iki kategori mevcuttur.
Elitler veya seçkinler grubu bir azınlık aristokrasisidir. Bütün elitler kısa veya uzun bir zaman için çökmeye mahkumdurlar. Bunun sebepleri de vaktiyle kendilerinin yükselmesini etkileyen nitelikleri kaybetmeleri yüzündendir. Böylece elitler zamanla dejenere oluyorlar. Bu anlamda tarih elitlerin mezarıdır. Bu defa da elitlerin kaybolmasıyla ortaya çıkan boşluk, yüksek güçlü aşağı sınıfların en yetenekli üyelerinin yetiştirilmesiyle dolduruluyor. Paretodaki seçkin-aşağı tabaka hareketliliği iradeci olmaktan ziyade kaderci bir tablo çizmesine karşılık, Gökalpde kültür-medeniyet dengesi için aydın-halk diyalogu mevcuttur. Seçkinler, halka medeniyet götürmek için halka doğru giderken, aynı zamanda, halktaki kültürü almak suretiyle de halk-seçkinler bütünleşmesini gerçekleştiriyorlardı. Böyle bir dolaşım elitlerin kanını temizlemesi olayını hazırlamak suretiyle elitler arası diyalektiği de silmiş oluyor. Gökalpin savunduğu elitler demokrasisi, bugünkü anlamıyla sadece oy mekanizması yoluyla idareyi eline geçiren ve halkın meselelerini bir köşeye iten, çıkarcı ve halktan kopmuş ( halkı temsil etmesine rağmen) bir sisteme karşıttır. Tersine, seçkin-halk ilişkisinin dengeleşmesine ( ambivalance) ve bütünleşmesine ( entegration) dayanır. Gökalpe göre, seçkinler, ancak demokratik bir rejimde gerçek kimliğine kavuşmuş olurlar. Halka yararlı bir kalkınma fikri getirmeyip ve onu hazırlamayan seçkinler; bilgili olsalar bile seçkin sayılmazlar. Bu bakımdan asıl seçkinler, halkı aydınlatan ve halkın yükselmesi için kendini bütün varlığı ile halk için feda eden kimselerdir. Gökalpe göre, Fransızca culture kelimesinin biri hars (milli kültür) diğeri de tehzib olmak üzere iki manası vardır. Milli kültür ile tehzib arasında iki önemli fark vardır: Bunlardan birincisi, harsın demokratik, tehzibin aristokratik olmasıdır. İkinci fark ise, bir insan harsın tesiri ile, belki de yalnız kendi milletinin kültürüne kıymet verir. Fakat, tehzib görmüşse, başka milletlerin kültürlerini de sever ve onların lezzetlerini de tatmaya çalışır. Gökalp, seçkinler (elitler) in veya aydınların tehzibe (işlenmiş kültür) sahip olduklarını ve halkın da kültüre sahip olduğunu belirtir. Bir milletin gelişmesi için işte, bu halk kültürünün yüksek kültürle işlenilmesi gerektiğini söyler. Bunu da aydınlar halka eğilerek yapacaktır ki, o zaman başarı olsun. Aydının halka ve kendi köklerine inmesi hem batı medeniyeti karşısındaki yerimizi tayin edecek, hem de milli rönesansımızın doğmasını sağlayacaktır. Halk – aydın ikiliği Gökalp sosyolojisinde önemli bir yer tutar. Ona göre, aydının halka giderek kendini yenilemesi gerekir. Günümüz sosyolojisinde aydınların kokuşması dediğimiz bir deyim vardır ki, bilim adamlarını yakından ilgilendirmektedir. Toplumumuzda uzun yıllardan beri aydını halktan uzaklaşması, kopması ve halka yabancılaşması, aynı zamanda bugünkü demokrasimizin de en önemli çıkmazını oluşturmaktadır. Halkı bilinçlendirmesi aydının milli bir görevidir. Aynı zamanda da aydın kendini yenilemelidir. Bu da, halktaki öze dönmekle gerçekleşir. Eğer bir toplum, geçmişi ile geleceği arasında bağ kuramazsa, bunun şuuruna ulaşamazsa o toplum bir bitki yığınından öteye geçemez.Gökalp, bireye değil topluma dönük bir sosyologdur. Sosyolojist bir bakış açısına sahiptir. Toplum her şeyi ile birey üzerinde egemenlik kurar; ona her şeyini kabul ettirir. Oysa bireycilik insanı ülküsüz, inançsız bırakır. Gökalpe göre, bireycilik insanı ahlaki kararsızlığa, hayal kırıklığına, şüpheciliğe götürür; hatta bireyi intihara sürükler. Oysa devletçi – toplumculuk ve kollektivizm insanlar arasında kardeşlik ve eşitlik geleneğine dayanır. O, burada Prens Sebahattinin bireyciliğini de eleştirmektedir. Zaten iki düşünür gerçek yaşamda da birbirlerine zıt görüşleriyle tanınır. Gökalp, bireyin özgür olamayacağını ; çünkü irade hürriyetinin toplumsal ülküler tarafından sınırlandırıldığını belirtir. Bireyin toplumla kaynaşması ve kendini topluma feda etmesi gerekir. Toplum her şeyin üstündedir ve kutsallık arz eder. Bu bağlamda Durkheimdaki toplumun yerine milleti koyan Gökalpde milliyetçilik kutsallaşmıştır. Toplum ne isterse iyi ve ahlakidir. Gökalpe göre, çağdaş devlet, bir halk hükümeti olduğu kadar bir ilim hükümetidir de. Çağdaş millet büyük sanayisiz, sağlıksız, demir yolsuz, elektriksiz, refahsız kalamaz . Çağdaş bir devlet de çağdaş bir hukuka dayanmadan, milli iktisadı kurmadan, halkçılığa dayalı gerçek hürriyetleri – gerçek eşitliği oluşturmadan yaşayamaz. İşte bu noktada O, bütün bunların taşıyıcısının ilim olduğunu belirtiyor ve milletin ilme yönelmesini istiyor. Ona göre, bilimin komünist ve kapitalist olanı yoktur. Bilim, ideolojik yöne sahip değildir. Bilim, bilimsel zihniyeti gerçekleştirme sürecidir. Bilimin gelişmesi için de bilime değer vermek gerekir. Bilim için coğrafi saha aramak, doğu-batı ayrımı yapmak temelden ideolojik sapmalardır.Gökalp, çağdaş uygarlığa girmek için yalnızca sanayide gelişmeyi sağlamayı yeterli görmemektedir. Başka milletlerin modern medeniyete girmek için mazilerinden uzaklaşmaya mecbur olduklarını, halbuki Türklerin modern medeniyete girmeleri için yalnız eski mazilerine dönüp bakmalarının yeterli olduğunu söyleyen Gökalp sanayinin, fennin dışındaki alanda, kültürde çağdaşlaşmanın sağlanabilmesi için Batıya yönelmesinden çok ya da o kadar eski Türk kültürüne yönelmesini istemektedir. Çünkü geleceğe ait bütün ilerlemelerin Türkün eski kültüründe mevcut olduğunu düşünmektedir. Batıcılık, Osmanlı İmparatorluğunda ( 18. y. y. da ) başlayıp Cumhuriyet Türkiyesinde yeni boyutlar kazanan, Batı Avrupanın toplumsal ve fikirsel bileşimine erişilmesi gereken bir hedef olarak gören yaklaşımdır. Bu görüş bazen ılımlı bir biçimde ortaya çıkmış, bazen çok köktenci-geleneksel kültür öğelerimizi eleştiren ve karşısına çıkar boyutlar kazanmıştır. Ancak, batıcılık daha çok Batıyı her hususta örnek almak isteyenlerin yaklaşımını adlandırmak için kullanılmıştır. Gökalpde batılılaşma hareketinin temeli milli kültüre dayanır. Kültür gibi, Batılılaşma da millet olma yeteneğine kavuşmanın zorunlu bir şartıdır. Onda kültür- medeniyet arasında nasıl bir ilişki varsa, aynı şekilde, medeniyet ile batılılaşma arasında da yakın bir benzeyiş vardır. Onun için batılılaşma aslında medeniyetimizin kaçınılmaz bir sonucudur. Çünkü Ona göre, medeniyetler belirli bir yer ve zaman içinde doğar, yaşar ve ölürler. İşte bu çerçevede Türkler bir çok medeniyet içine girmiş ve sonuçta da Batı medeniyetine girecektir. Çünkü batı medeniyeti o an için en üsttedir. Ona göre Türk kavmi (toplumu) iki kez medeniyet değiştirmiş ve üçüncüsü de yoldadır. İlk ikisi ise şöyledir: İslam olmadan önce Aksayı Şark Medeniyeti Dairesine mensuptu. İslam olduktan sonra Şark Medeniyeti Dairesine girdi. Üçüncüsü ise, günümüzde de tartıştığımız konulardan biri olan Garb Medeniyetine, yani laik medeniyet dairesine girmek. Gökalp, yıkılma dönemini analiz ederken şu yargıya varıyor: O dönemin yapısını, siyasal beceriksizliği toplumsal az gelişmişliğe, toplumsal az gelişmişliği ise, endüstrileşmedeki geriliye bağlıyor. O, döneminde bu tahlilleri yapması ve olayları çok iyi irdelemesi Onun gerçek bir öncü olduğunu göstermektedir. O, bütün az gelişmişliğimizi iktisadi zayıflığımıza bağlamakta ve iktisadi zayıflığı da milli mefkureden yoksun olmamıza bağlıyor. Bu noktada O, sınıfsal gelişmeyi, iktisadi kalkınmaya, iktisadi kalkınmayı ise, ulusal bilincin gücüne dayamaktadır. Gökalpin Türk toplumunu yeni bir ulusal bilinç altında Batı uygarlığı içinde kendi kültürünü koruyarak birleştirmek için çaba harcadığını görmekteyiz. Gökalp, Türkiyeyi feodal üretim tarzından kurtarmak, çağdaşlaşmak ve sanayileştirmek istemektedir. Bunu yaparken de milli vicdan dan yararlanmayı düşünmektedir. Durkheimin solidarizm (dayanışmacılık) anlayışını milli iktisat ülküsüyle çelişir görmediği için milli sermayenin kamusal nitelik kazanmasını sağlayacak öneriler getirdi. Bu nedenle –gençliğinde ağalık düzenine karşı tavır aldığı gibi – sermayenin tek elde ellerde birikme tehlikesine karşı da il ve belediye meclislerinden itibaren aşağıdan yukarıya örgütlenerek bir tür kapitalist olmayan kalkınma yolunu önermiştir. Gökalp Türkiyede pozitivizm ve laikliğin temsilcisi olarak görülebilir. Diğer yandan Gökalp, Comte-Durkheim çizgisinden bir sapma göstererek, dinin kültürel olarak etkisi altındadır. Yani, dine Avrupalı sosyologlardan daha fazla önem vermekte, pozitivizme yakınlığı ile mistizme olan yakınlığı çatışmaktadır. Dini, toplumsal bir olgu olarak benimseyen ve ona ulusal bir renk vermeye çalışan Gökalp, bir anlamda cumhuriyet döneminde dinde reformist hareketlerin güç kaynağıdır. Tüm bunlarla birlikte, laikliğin başlıca savunucusu olmuş ve bu ilkeyi altı ok ile CHP ve anayasanın ilkeleri arasına koydurmuştur.Gökalp, ulusal bilinçi ve toplumbilimini pozitivist bir biçimde topluma sunmuştur. Bunları yaparken de bilime önem vermiştir. Zaten O, bu yüzden Durkheimci görünür.Onun öne sürdüğü şu düşünce Onunla çelişmektedir. O, batının yalnız tekniğini ihraç etmeden bahsediyor ve geriye kalan kısmın ise, ulusal özelliklerden beslenmesini belirtiyor. Eğer iki kültür arasında etkileşim başlayınca, bu günlük yaşamın tüm alanlarını da kapsar. Özellikle bu, günümüzde iletişim sayesinde daha da belirginleşmektedir. Ziya Gökalp sosyolog ve düşünür olarak, II. Meşrutiyetten beri Türk düşün hayatının ilk sıralarında yer almaktadır. Onun bu başarısı, Türk sosyolojisine kazandırdığı bağımsızlıktan ve Türkiyenin sorunlarına getirdiği açıklamalardan kaynaklanmaktadır. Türkiyenin hala ulusal kimlik, milli ekonomi, çağdaş-laik, kamucu-bireyci toplum modellerini tartışıyor olması, Onun sosyolojiye yüklediği görev doğrultusunda, geleceği görebilme yetisinin bir ürünü olarak karşımızda durmaktadır. Onun düşüncelerinin hala tartışılıyor olmasının bir başka nedeni ; Türkiyenin toplumsal yapısında meydana gelen değişmeleri çok iyi gözlemlemesi ve ortaya çıkan sorunlara geniş bir tarihi perspektiften bakmasından kaynaklanmaktadır. Bir başka neden ise, Gökalpin aktardığı sosyoloji ekolünün ürettiği sosyolojik bilgilerin sınırlı da olsa, Türk toplumunda ortaya çıkan sorunlar karşısında etkin olmasıdır. Ele aldığı ve çözüm önerdiği konular, Türkiyenin hala gündemindedir ve hala hiçbir sosyolog veya düşünür bu sorunlar karşısında Onun kadar başarılı ve uygulanabilir bir çözüm önerisi sunamamıştır. Bunun için O, gündemdeki yerini koruyacaktır.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Kültür Nedir?

Kültür, kavramının pek çok tanımı yapılmıştır. Ama kültürler arası değerler farkındalığı aile ilişkisi içinde incelerken, bu toplumsaal olayın daha özel bir tanımını yapmak gerekiyor. Sanatı, edebiyatı, bilimi, folkloru, gelenekleri içerecek ve bunların karşılıklı ilişki ve bağıntı içinde oluşturdukları bütünü kastetmek üzere yapılan kültür tanımları, özel bir etkileşme olarak ele alınabilir.
Eğer biz kültürü, gündelik hayat içindeki yapısıyla tanımlayamazsak, her anki ilişkilerimizin toplamı olarak ele alamazsak kültürün etkisini ve gücünü yeterince göremeyiz. Milyonlarca insanın hayatı, çalıştığı veya eğitim aldığı saatlerin dışında, kendisini bir sonraki çalışma gününe veya bir sonraki ders gününe bir biçimde hazırlamak için giriştiği bütün o ilişkilerden, olaylardan ve nesnelerden kurulmuştur. Kültür işte bir anlamda budur. Otobüs beklerden, yemek yerken, müzik dinlerken, ders çalışırken, eğlenmek ya da dinlenmek için bir yerlere gider ya da bir şeyler satın alırken, barınmak, örtünmek için ihtiyaç duyduğumuz maddeleri tüketirken girdiğimiz her ilişki, bizi çevreleyen her şey, bizi kurulu, devralınmış ve yeniden üretilen bir yapıya yönelten her bağ, kültür kavramıyla ifade edilebilir.
Kültür, etimolojik anlamda işlemek, ıslah etmek yoluyla bir toprağı daha verimli kılmak, bitki yetiştirmektir. Aslında kültürle anlatmak istenen esas konu, insan yaşantısının hayvansal niteliklerden sıyrılarak insani bir görünüm kazanmasını sağlayan her şeyin kendisidir. Kültür, cultum fiilinden gelir; bu da yetiştirmek, korumak ve göz kulak olmak anlamındadır. Dahası bir topluluğun tüm faaliyetlerini yansıtan ve onu diğer tüm toplumlardan ayıran eylem ve düşünceler sistemi olarak ifade edilebilir kültür. Bozkurt Güvenç'e göre kültür; toplum, insanlığın, eğitim süreci ve kültürel muhteva gibi değişkenlerin ve bunlar arasındaki karmaşık ilişkilerin bir bütünü ve işlevidir. Demek ki kültür kapsamlı bir alanı içerir ve bilgi, inanış, sanat, ahlak kuralları, kanun, gelenek ve görenek, ayrıca topluluğun bir üyesi olarak insan tarafından kazanılan, geliştirilen daha birçok yetenek ve becerileri içeren karmaşık bir bütünü bünyesinde taşır.
TÜRKİYE ERMENİLERİ, ENTEGRASYON VE ASİMİLASYON

Azınlık sorunlarının temeli, azınlık- çoğunluk ve azınlık- devlet ilişkilerine dayanır. Globalleşme çağında, belki bu ilişkilerin yeniden ele alınıp incelenmesi gerekecektir. Globalleşme ile birlikte genişleyen özgürlükler, bir yandan ulus devletin sınırlarını zorlarken, bir yandan da paradoksal bir şekilde mikro milliyetçiliğe varan boyutlarda etnisiteyi öne çıkarıyor. Etnik kültürlerin, çoğunluk kültürüyle birlikte yaşaması, korunması daha çok önem kazanıyor. Homojen bir toplum isteyen ve bu nedenle asimilasyondan jenoside kadar varan girişimlerden kaçınmayan 19. ve 20. yüzyıl ulus devletinin yerini, kültürel bir mozaik olmayı bir zenginlik sayan 21. yüzyıl devleti alıyor. Artık 21.yüzyılda en azından gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, jenosit ve devlet baskısıyla sağlanan bir asimilasyondan söz etmek zor. Etnik kültürler ve azınlıklar için artık tehlike en azından genellikle ve açıkça devletten gelmiyor. Asıl tehlike devletin entegrasyonun ardına gizlenmiş baskılarının yanında, azınlıkların büyük ölçüde kendilerinden kaynaklanan gönüllü ve doğal asimilasyon.

Kültürel gruplar arası etkileşimlerden doğan değişimler ya da devletlerin azınlıklara karşı tutumları çeşitli şekillerde belirir ve ifade edilir.

Konu kültürler arasında etkileşim olarak ele alınırsa:

“Tarih boyunca kültürel guruplar arasında etkileşimlerden doğan kültür değişmeleri farklı terimlerle adlandırılmıştır.

Bu terimlerden ilki eritmedir (assimilation). Bir azınlık gurubun değerler, gelenekler ve tutumlarında, çoğunluk gurubundakilere yönelik değişmeleri ifade eder.

İkinci terim karışma (amalgamation-melting pot), azınlık ve çoğunluk gruplarının değerlerinin, gelenek ve tutumlarının, farklı ve yeni bir kültürel grup yaratma yolunda sentezidir. ... Her iki terimde de dinamik bir proses söz konusudur. Yani bir arada bulunan gruplar az veya çok karşılıklı olarak değişmektedirler.

Üçüncü terim olan plüralizm ise dinamik bir proses değildir. Yani kültürler arasında etkileşim birleşmeye yönelik değildir. Plüralizmde farklı kültürlerin, farklı sosyal bünyeler olarak, yan yana mevcudiyeti söz konusudur.”
[1]

Konuyu devletlerin azınlıklara karşı tutumları olarak ele alırsak:

“Azınlıklar konusunda devletlerin izlediği en katı tutum soykırımdır. Soykırım azınlık grubunun fiziksel olarak ortadan kaldırılmasıdır. Afrika, Uzak Asya ve Almanya’da yaşanmıştır. En istikrarlı yağış rejiminin çöllerde olması gibi, soykırım da aslında azınlıklar konusu ile ilgili sorunların ve tartışmaların bitebildiği tek durumdur. O nedenle hiçbir azınlığa yönelik soykırım olmaması gerektiğine göre, azınlıklar konularındaki tartışmaların bitmesi de mümkün değildir.

Soykırıma yakın olan bir diğer kavram ise etnik temizliktir. Etnik temizlik, azınlık nüfusunun en yoğun olduğu bölgelerde en katı tedbirler ile azınlıkların sahip olduğu bütün iktisadî, siyasî, sosyal ve kültürel varlığını da ortadan kaldıracak şekilde silinmesi hedefine yöneliktir. Eski Yugoslavya bunu denemiştir.

Hukukun ihlâl edildiği ve gücün yönetim kademelerinde sorumsuzca kullanılabildiği devletlerde azınlıklara karşı ayrımcılık (segregasyon) uygulanır. Ayrımcılıkta çoğunluk kültür ve diğer azınlık kültürleri arasında sert bir hiyerarşik ayrım vardır. Aynı hiyerarşik yapı sosyal hayatta da geçerlidir. Ayrımcılığın güçlü olduğu rejimlerde, ülke sadece bölgeler halinde değil, iktisadî hayatta da, toplumdaki görev paylaşımı da azınlıklar ve çoğunluk arasında taksim edilmiştir.

Asimilasyon ise azınlık kimliklerinin fizikî tedbirlere müracaat etmeden tesirsiz hale getirilmesini öngörür. Asimilasyonda sistem toplumun homojen kılınmasını amaçlar. Birbirinin aynısı olan parçalar üretir. Azınlık kültürü dikkate alınmaz, azınlığın çoğunluk kültürü içerisinde eritilmesi amaçlanır. Mutlak anlamda asimilasyon azınlık kimliğinin ortadan kalkması ve toplumsal belleğin sıfırlanması ile sağlanır. Asimilasyon doğal olarak veya zor yoluyla da gerçekleşebilir. Azınlığın gönüllü olarak da asimile olması mümkündür. Yakın tarihte Yunanistan, Bulgaristan ve Suriye gibi devletler bu yola başvurmuşlardır.

Bir diğer yöntem ise entegrasyondur. Bu yöntemde bir ülkedeki etnik gruplar kendi kimliklerini koruyarak bir bütün oluştururlar. Alt-kimlikler halinde bir üst-kimliğin altında yaşarlar. Etnik ve diğer sınırlamalar kaldırılarak ortak bir toplumsal kimliğin yaratılması amaçlanır. Ama entegrasyon süreci ülkenin çoğulcu bir yapıya sahip olup olmamasına bağlı olarak asimilasyona da kayabilir. Devlet “eşitlik” kavramını gözetse de farklılıkları da gözetir. Bu noktada entegrasyonu tercih eden devlet bütün vatandaşlarına eşit davranır, ama bazılarının bütünden ve çoğunluktan farklı olduğunu unutmaz ve bunu da hissettirir. Entegrasyon bazen asimilasyonun sadece daha kozmetik unsurlarla desteklenmiş, hukuken ve vicdanen daha kabul edilebilir hale getirilmesidir. Avrupa Birliği’nin Kopenhag Ölçütleri bunu öngörmektedir.”


ENTEGRASYON

Bu yazıda sadece entegrasyon ve asimilasyon ele alınacaktır. Entegrasyon konusunda yukarıda yer alan tanımlardan başka bir tanım daha ekleyelim.

“Entegrasyonun ön şartı her alanda fırsat eşitliği, sosyal ve ekonomik entegrasyon ve din özgürlüğüdür. Birlikte yasayan insanlar kimliklerini, inanç ve kültür değerlerini koruyabilmelidirler ve bu olanak yaşadıkları toplum ve devletler tarafından sağlanmalıdır. Bu değerlerin korunması entegrasyonu engelleyen değil tam tersine onu destekleyen bir faktördür. Hıristiyanlığın da İslam dininin de ana mesajı barış ve huzur içerisinde bir arada yasamaktır.“
[3]

Bu tanımlarından yola çıkarak entegrasyon (uyum-bütünleşme), bir azınlığın ya da bir etnisitenin içinde yaşadığı büyük toplumla kimliğini ve etnik değer ve kültürünü koruyarak birlikte uyumlu yaşamasıdır diyebiliriz. Aslında bir azınlık kendisini gettolarda yaşamaya mahkum etmeyecekse, entegre olmak zorundadır. Burada asıl önemli nokta entegrasyonun gönüllü ve istekli bir asimilasyona dönmemesidir.

Entegrasyonun ilk ve en önemli unsuru dildir. Azınlığın içinde yaşadığı toplumun dilini öğrenmesi entegrasyonun olmazsa olmaz ilk koşuludur. Azınlığın hem sosyal hem ekonomik entegrasyonu için içinde yaşadığı toplumun dilini iyi derecede bilmesi gerekir. Almanya’da yaşayan göçmen işçilerin bir bölümünün topluma entegre olamamalarının en önemli nedeni çok uzun yıllar orada yaşadığı halde Almanca’yı basit günlük konuşmayı yapacak seviyede bile bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu gün Türkiye’de başarılı olan azınlıkların hepsi Türkçe’yi en azından iyi derecede bilen kişilerdir.

İkinci unsur olarak, içinde yaşadığı toplumun kültürünü öğrenmekten söz edebiliriz. Azınlık, çoğunluğun, tarihini, gelenek ve göreneklerini, kültür ve değerlerini de öğrenmelidir. Toplumun değer yargılarını bilmeli ve gereğinde bu değerlere saygı göstermelidir.

Entegrasyon, azınlığın çoğunluk içinde daha iyi bir gelir seviyesine ulaşması ve daha yüksek bir hayat standardına sahip olabilmesi için gerekli ve zorunludur. Bilgi çağında dilini ve değer yargılarını bilmeden aynı toplum içinde yaşamanın, toplumla iletişim kurmanın zorluğu hatta imkansızlığı açıktır.
Entegrasyonun gerçekleşmesi için öncelikle devletin ve çoğunluğun bu çok kültürlülüğü samimiyetle kabul etmesi gereklidir. İkinci olarak devlet, azınlığın çoğunlukla her bakımdan eşit olması için gerekli tedbirleri almalı, özellikle pozitif haklar sağlamalıdır. Devlet, azınlığın farklılığını hiçbir şekilde dikkate almamalı, hissettirmemelidir. Son olarak devlet, azınlığın kimliğini koruyabilmesi için, din ve vicdan özgürlüğünü en geniş şekilde tanımalıdır. Azınlık kimliğinin parçası olan toplumsal değerlerin, kurumların devletçe korunması da zorunludur. Bütün bu tedbirlerin yanında devlet her türlü ayrımcılıktan kaçınmalı, azınlığa farklılığını hissettirmemelidir. Aksi takdirde entegrasyon, asimilasyona dönüşebilir. Ayırımcılık entegrasyonu asimilasyona döndürecek en önemli araçtır. Ayrımcılığın yaratacağı korku insanları isimlerini, dinlerini, kültürlerini gizlemeye ve asimilasyona zorlar. Sonuç olarak entegrasyon iki taraflı “dinamik bir proses” ve “sosyal bir süreçtir”. Taraflardan birinin yanlışı, entegrasyonu asimilasyona dönüştürebilir.

ASİMİLASYON

Asimilasyon, devletin azınlık kültürlerini çoğunluk kültürü içinde yok ederek, eriterek ulus-devletin temel hedeflerinden biri olan homojen bir toplum yaratmak amacına yönelik politikalardır. Devletlerin azınlıkları asimilasyona zorlamaları insan hakları hukukuna göre bir insanlık suçudur. Jenositten en önemli farkı, jenositte bir etnik grup ya da azınlık fiziken ortadan kaldırılırken, asimilasyonda fiziken var olmakla birlikte azınlık kültürü ve azınlık kimliği yok edilerek toplumsal hafızadan silinmektedir. İnsan ve azınlık hakları hukukuna göre suç olan devletlerin zorla açık ya da gizli baskılarla azınlıkları asimile etmesidir.

Diğer yandan, devletin doğrudan bir baskısı olmadan da azınlıkların, az doğum, göç ve benzeri nedenlerle azalma nedeniyle kültürünü ve kimliğini doğal yollardan kaybederek asimile olması mümkündür. Bu asimilasyona doğal asimilasyon denmektedir.

Asimilasyonun son şekli ise, globalleşme, giderek artan kültürler arası iletişim nedeniyle daha belirgin hale gelen gönüllü asimilasyondur. Gönüllü asimilasyon bir azınlık için çok önemli, çok tehlikeli ve bir o kadar da utanç verici bir yoldur. Özellikle evliliklerde “canım ne fark eder bu çağda, hangi milletten olursa olsun yarın millet mi kalacak” diyen zihniyet en önemli ve önlenmez gönüllü asimilasyon yolunu açmaktadır.

Genel olarak devlet tarafından başlatılan asimilasyon politikaları, uzun dönemde doğal ve gönüllü asimilasyonu da yol açarak asimilasyonu ciddi boyutta hızlandırmaktadır.

NELER OLDU?


Osmanlıda 19. yüzyılın sonlarında başlatılan etnik arındırma girişimleri 1915’te büyük ölçüde amacına ulaştı. Cumhuriyet döneminde etnik arındırma ve asimilasyon çabaları gizli açık devam etti. Özellikle Cumhuriyetin ilk 50 – 60 yılında ulus devlet, pek çok ulus devletin yaptığı gibi homojen bir toplum yaratmak için her türlü girişimde bulundu. Çok kavimli, çok dinli ve çok dilli imparatorluklarda asimilasyon baskısı doğal olarak daha şiddetli ve çok daha fazla acı verici oldu.

Eğitimini Siyasal ve Sosyal psikoloji alanında yapan ve 6/7 Eylül isimli kitabın yazarı Ruhr Üniversitesinde görevli olan Dr. Dilek Güven, 6/7 Eylül olaylarının bir nedeninin de ekonominin Türkleştirilmesi olduğunu belirtiyor ve şu açıklamayı yapıyor:
“Ulus-devletler, bu azınlıkları yeni ulusun istikrarını bozabilecek bir tehlike olarak algıladı. Örneğin, Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilen mübadele, bu ‘tehlikeleri’ önlemek için yapıldı. 1940’larda yazılan bir CHP raporu, bunu açıkça belirtir. Devlet, İstanbul’daki Rum nüfusunun yoğun olduğunun altını çizer ve bu insanların Yunanistan’la işbirliği yapabileceği için tehdit oluşturduklarını ve İstanbul’u terk etmeleri gerektiğini vurgular...

Tek parti döneminde de bu politikalar mevcut. Varlık Vergisi, Trakya olayları, mübadele, 1929’da Ermenilerin İstanbul’a göç ettirilmesi. Örneğin, Trakya olayları 6–7 Eylül’e çok benzer. 1934’te Çanakkale’deki Yahudilerin dükkân ve evleri taşlanır. Olayları halk yaptı denir ama CHP organize ettirmişti ve amaç Yahudileri İstanbul’a göç ettirmekti. Şu anda Trakya’da Yahudi yok. DP de bu politikayı sürdürdü”


Önce cemaatin hem doğal liderli hem de devletle cemaat ilişkilerini yürüten Patriklik etkisiz hale getirildi.
Yıllarca Patrik seçimine izin verilmeyerek, on yıllarca patriklik Patrik Kaymakamı (kaimi makam- değabah) tarafından yönetildi, cemaatin Patriklikle ilgili gelenekleri ve kuralları unutturuldu.
Patrikliğin dini vakıflar üzerinde bile etkili olması önlendi.

İlk altmış yıl içinde, devlet desteğiyle birkaç kez açılan “vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları azınlıklar üzerinde çok büyük bir baskı oluşturdu. Cemaat mensuplarının büyük bir bölümü kamudan gelen baskı ile Ermenice konuşmaktan korkar hale geldi. Daha kötüsü çocuklarının başına sokakta herhangi bir şey gelmesi korkusuyla, aileler çocuklarını Türkçe konuşmaya zorladı, evde bile Ermenice konuşmaktan vazgeçti.

Yirmi kura askerlik ve Varlık vergisi, ana dili Ermenice olan, birkaç yabancı dil konuşan Ermeni burjuvasını büyük ölçüde yok etti. Anadolu’dan İstanbul’a doğru göç artarken, İstanbul’dan da yurt dışına göçler de hızlandı. Bu olayları izleyen 6/7 Eylül olayları göçü ciddi boyutta büyüttü. 6/7 Eylülü izleyen, Kıbrıs olayları ve arkasından Asala olayları başladı. Basının önemli bölümü, devletin politikasına uygun olarak, terörü bütün Ermenilere mal etti. Türkiye’nin en büyük gazetesi “Ermeni köpekler” başlığı ile çıktı. Kıbrıs, ardından Asala olayları yüzünden göç 1990’lı yıllara kadar devam etti. Politik asimilasyon sonuçlarını vermeye başladı. Azalma doğal ve daha kötüsü gönüllü asimilasyonu da harekete geçirdi. Ermeniler sadece dillerini değil isimlerini de gizlemek zorunda kaldı. Artinler Ayhan, Vaheler Vahit, Boğoslar Oğuz oldu.

Anadolu’dan İstanbul’a göçmek zorunda kalan, paralı ya da İstanbul’da büyük para kazanan Ermeniler birden kendilerini cemaat yöneticisi olarak buldu. Ermeni burjuvasının bıraktığı boşluğu büyük ölçüde bu göçmenler doldurdu. Eğitimsiz ya da az eğitimli olduğu halde zengin olanlar, eğitimi küçümsemeye başladı. Özellikle erkek çocuklar okul yerine iş yerlerine taşındı. Bu arada kızlar ise erkek kardeşleri gibi çalışmak onlara ayıp olduğundan, başka seçenekleri olmadığından okula gönderildi. Yüksek eğitimli, kendine güvenli kızlarımızın karşısına, zengin ama eğitimsiz gençlerimiz çıkarıldı. İşte bu gelişme karma evliliklerin en önemli nedenlerinden biri oldu.

1960’lı yıllarda başlayan sosyalizm modası, başta çaresiz Anadolu kökenli fakir Ermeni çocukları olmak üzere, gençlerin önemli bir bölümünü etkisi altına aldı. Fakir Ermeni gençleri için sosyalizm tek kurtuluş yolu olarak görülüyordu. Sosyalistler biz azınlık gençlerine, açık kapalı şu mesajları veriyordu: “ne gerek var azınlık kültürüne, çoğunluk kültürü dünyayı kurtarmak için yeter. Dünya ya da çoğunluk kurtulursa zaten azınlık da kurtulmuş olur”. Çoğunluk kültürünü entegrasyon gereği öğrenen azınlık mensupları, kendi kültür ve değerlerini öğrenemedikleri zaman kendiliğinden gönüllü asimilasyonun en önemli adayları oldular. Yine 60’lı yıllarda moda olan solculuğun ateizmi aydın olmanın, solcu olmanın hatta insan olmanın bir gereği sayması, bir nesli dinden uzak tuttu ve ne yazık ki farkında olmadan varlığımızın en temel nedeni torpillendi. Bu gün bile pek çok solcu dinsizliği, ateizmi aydın olmanın gereği saydığı için kiliseye görev olarak gider, haç çıkarmayı ayıp sayar. Sonuçta hem dinini ve dilini öğrenmemek bir yandan doğal bir yandan da gönüllü asimilasyonun yolunu açtı.

Yurt dışına artan göçler, yabancı dil öğrenmeyi çok önemli hale getirdi. Hele okullarımızın üniversite girişinde kolejlerin çok gerisinde kalması yabancı okullara kaçışı artırdı. Bizim olan iyidir, mantığıyla her türlü eleştiriye kapalı olan cemaat, okullarımızı iyileştirmeye karşı da kapalı hale getirdi. Özellikle öğretmenlere verilen düşük maaş yüzünden öğretmenlik ikinci iş ya da ek iş haline geldi. Gençlerimiz öğretmen olmak istemiyor. Yeni öğretmenler yetiştirmekte yeteri kadar başarılı olamayınca, bu çağda bazı öğretmenlerimiz 20–25 yıl hiçbir meslek içi eğitimden geçmeden aynı yöntemlerle öğretmenliğe devam etmek zorunda kalıyor.

Genel olarak, öğretmenlerimize Ermenice öğretmeden göreve başlattığımız için, gençler de yeteri kadar Ermenice öğrenemiyor. Okullarımızda artık, doğru dürüst din dersi verilmiyor, çocuklarımız kiliseye gitmeye, koroya katılmaya yeteri kadar teşvik edilmiyor.

Sonuç olarak, devlet doksanlı yıllara kadar, açık kapalı asimilasyon baskısı yapmayı sürdürdü. Bin beş yüzlere düşen Rum nüfus, 70–80000 civarındaki Ermeni, 20.000 civarında kalan Yahudiler ile sayısı pek bilinmeyen küçük Hıristiyan gruplar bu politikaların, en azından göçe zorlama açısından son derece başarılı olduğunu göstermektedir.

Devlet hiçbir zaman ayrımcılıktan vazgeçmemiş, özellikle Ermeni, Rum ve Süryanilere ayrı olduğunu hep hatırlatmıştır. Bu nedenle de entegrasyonun asimilasyona dönüşme tehlikesi her zaman vardır.

Diğer taraftan azınlık olmanın zorlukları yanında, ekonomik zorluklar da devreye girince aileler en fazla iki çocuk yapmaya başladılar. Halbuki araştırmalar nüfus artışı için ailelerin en az üç çocuk yapması gerektiğini gösteriyor. Halbuki Ermenilerde çocuksuz ve tek çocuklu aileler dikkate alındığında, nüfusun giderek azaldığı rahatça ileri sürülebilir. Baskılarla göçe zorlama, dilini, dinini ve geleneklerini unutturma maalesef hem doğal hem de gönüllü asimilasyonu hızlandırdı.

Bir yandan devletten gelen ayrımcılık baskıları, diğer yandan yetersiz eğitim nedeniyle dilini yitiren ve daha önemlisi yüzyıllardır varlık nedeni olan dinine karşı nötrleşen toplum, cemaate karşı da nötrleşti, yabancılaştı. Bu da hem doğal ve hem de gönüllü asimilasyonun kaynağı oldu. Kendini çoğunluktan ayrı hissetmeyen ya da kendini cemaatiyle özdeşleştirmeyen kişilerin gönüllü olarak asimile olmamaları için hiçbir neden gösterilemez. Azınlık olmanın temel şartı, kişinin kendini çoğunluktan farklı olduğunu hissetmesidir. Karma evliliklerin hatta din değiştirmenin temel nedeni de bu. Kısacası devletin ayrımcı politikaları entegrasyonu asimilasyona döndürürken, devletin baskılarının yanında toplumun dilini ve dinini unutmaya başlaması doğal ve gönüllü asimilasyonu gündemde tutuyor.

NE YAPMALI


Türkiye Ermenileri için asimilasyondan kaçınarak, çoğunlukla entegre olmanın en önemli iki yolu vardır. Bu iki yol da iki temel kuruma dayanmaktadır. Bu kurumlar kilise ve okuldur. Asırlardan beri, pek çok felakete karşı kilisemiz sayesinde bu topraklarda varlığını sürdürebilen toplumumuz için yine en önemli kurum kilisemizdir. İkinci olarak ise, dilimizi ve kültürümüzü çocuklarımıza öğretecek okulların varlığıdır. O halde iki önemli kurulun temeli olan din adamı ve dilini iyi bilen öğretmen yetiştirmek ilk ve en esaslı hedeftir. Toplumun bütün gücü bu iki meslek için seferber edilmeli, burslarla, yüksek maaşla bu meslekler cazip hale getirilmelidir. Mevcut öğretmenler zorunlu meslek içi eğitime tabi tutulmalı, özellikle Ermenice öğretmenleri muhakkak yurt dışında kurslara
gönderilerek Ermenicelerini mükemmelleştirmenin yolları bulunmalıdır.

Azınlık olmanın en önemli şartı olan “çoğunluktan farklı olduğumuzu hissetmeli ve kabul etmeliyiz”.

Artık cemaatle ilgili pek çok paradigmamızın (değerler dizisi) ve ona bağlı değer yargılarımızın değişmesi gerektiğini kabul etmeli, bu konuda çalışmalar yapmalı değişen paradigmalarımıza göre oluşacak yeni değer yargılarımızı belirlemeli, gençlerimizi bu yönde eğitmeliyiz.

Bu temel değişimler gerçekleştikten sonra pek çok sorunumuzun daha kolay çözülebileceğini düşünebiliriz. Bu temel çözümlere ek olarak şu öneriler getirilebilir.

— Maço toplum olmaktan kurtulmalıyız. Yüzyıllardır kadın erkek beraber ağlayıp gülen, düğünde, yasta kadın erkek ayırmayan Ermeni toplumu, çoğunluğun etkisiyle olacak, kadın erkek ayırımı yapıyor. Bu ciddi bir yanlış. Annemin deyişiyle “ Erkek aslan da dişi aslan, aslan değil mi? Cemaat yönetiminde pozitif ayrımcılık yapmak örneğin her vakıf yönetiminin en az %25’inin kadınlardan olmasını sağlamalıyız. Kadınları en az erkekleri kadar aktif olmayan hiçbir toplum çağdaş uygarlık seviyesine ulaşamaz.

—Bizim olan iyidir, güzeldir, saplantısından kurtulmak ve yanlışlarımızı, hatalarımızı kabul etmemiz gerekiyor. Bu çok önemli bir gelişme olacaktır. Eleştiriyle karalamayı ayırmalı, bütün kurumlarımız ve kişiler eleştiriye açık olmalıdır. Hataların, eksikliklerin düzeltilmesinin ve giderilmesinin ilk adımı hatayı ve eksikliği kabul etmektir. Bir hatayı büyütmenin en iyi yolu hatayı savunmaktır. Hakaret ve saygısızca yapılan saldırıların eleştiriyle ilgisi yoktur.

—Yine herkesin eleştirdiği ama bir türlü düzeltilemeyen dedikodu merakı ve yargılamadan, düşünmeden dedikodulara inanmaktan kaçınmalıyız. Dedikoduyu dışlamalı, duyduklarımızı akıl ve vicdan ölçülerimizden geçirmeden, yargılamadan kabul etmemeliyiz.

—Benmerkezci ve bencil, her yerde ben önde olmalıyım diyen zihniyeti dışlamalıyız.

—Cemaat mensupları devlet tarafından onaylanan, Lozan başta olmak üzere tüm azınlık haklarıyla ilgili antlaşma, sözleşme ve protokollerin tamamen uygulanması için ulusal ve uluslar arası platformlarda gerekli girişimleri yapmalıyız. Bu konuda devletin verdiği İnsan Hakları Mahkemesi başvurusu dahil tüm hakları sonuna kadar kullanılmalıyız.

—Adımızı, adlarımızı geri almalıyız. Artık Ayhanlar Artin, Vahitler Vahe olmalıdır.

—Özellikle doğal asimilasyonun hatta gönüllü asimilasyonun engellenmesi için genç çiftler en az üç çocuk yapmaya teşvik edilmeliyiz. Din adamlarımız ve öğretmenlerimiz bu konuda gençleri eğitmelidir.

—Derneklerimiz, koro, folklor ve tiyatro çalışmaları ile ilgili olarak maddi ve manevi desteklenmeli ve yüreklendirmeliyiz. Özellikle Ermenice tiyatro oyunlarının sahneye konması dilin gelişmesi açısından son derece önemlidir.

—Cemaat yönetiminin yeniden yapılanması gerekli görünüyor. Bu konuda fikir üretip ortak çözüm yolları bulmalıyız. Her vakfın bağımsız hareket etmesi, bu vakıflar arasında bir koordinasyonun olmaması çok önemli bir problem. Tüm cemaat için ortak stratejiler oluşturulması, geleceğe dönük sağlıklı planlar yapılması ancak ortak ve herkes tarafından kabul edilebilecek bir merkezin kabul edilmesine bağlı. Bu merkez doğal olarak asırlardan beri olduğu gibi Patrikliktir. Patrikliğin merkez olması hiçbir zaman her konuda son sözün sadece Patrik tarafından söyleneceği anlamına gelmez. Son söz Patrikliğin manevi şemsiyesi altında oluşturulacak kurullar tarafından söylenmelidir. Önemli olan bütün kurumların bu kararlara saygılı olmasıdır. Aynı koordinasyon dernekler için de gereklidir. Çünkü ortak stratejiler ve politikalar oluşturmak dernekler için de gereklidir. Yeniden yapılanır ve yeni bir örgütlenme modeli ararken 1863 nizamnamesinin ve asırlık uygulamaların dikkate alınarak, günün koşullarına göre yeni örgütlenme modelleri üretmek şarttır.

—Son olarak, çeşitli nedenlerle topluma yabancılaşan daha doğrusu cemaate karşı nötrleşen, toplumun büyük bölümünü kazanmak için yollar bulunmalıyız. Gazete okumayan, kiliseye gitmeyen, etkinliklere katılmayan cemaatin büyük bölümünü tekrar topluma kazandırmak en önemli hedeflerden biridir. Bu konuda birebir ilişkiden başka bir yol görünmüyor. Bu konuda en önemli rolü din adamlarımıza düşeceğini düşünüyorum. Eski geleneklerimizi tekrar canlandırarak din adamlarımızın tek tek evleri ziyaret etmesi ve çeşitli konularda bilgi vererek, küskünlük nedenleri giderilerek hatta yardım ve destek istenerek bu insanlar topluma kazandırılmalıdır. Bu konuda her semtte derneklerimizin ve okullarımızın yöneticilerinin din adamlarımızla iş birliği yapması çok önemli

16 Temmuz 2008 Çarşamba

SEZGİN KIZILÇELİK'İN KAYNAKLARI





Sosyoloji Teorileri 1, I. Baskı, Mimoza Yayınları, Konya, 1992, II. Baskı, Yunus Emre Yayınları, Konya, 1994.


Sosyoloji Teorileri 2, I. Baskı, Kuzucular Ofset, Konya, 1992, II. Baskı, Yunus Emre Yayınları, Konya, 1994.


Sosyoloji Teorileri 3, Saray Kitabevleri, İzmir, 1996.


Açıklamalı Sosyoloji Sözlüğü (Yaşar Erjem ile birlikte), Günay Ofset, Konya, 1992, Atilla Kitabevi, Ankara, 1994, Genişletilmiş son baskı: Saray Kitabevleri, İzmir, 1996.


Pozitivizm ve Eleştiricileri: Sosyolojinin Pozitivist Kimliği Üzerine, Saray Kitabevleri, İzmir, 1996.
Postmodernizm Dedikleri, Saray Kitabevleri, İzmir, 1996.


Türkiye’nin Sağlık Sistemi: Bir Medikal Sosyoloji Denemesi, Saray Kitabevleri, İzmir, 1996.


Eğitim Sosyolojisi (Eyüp Kemerlioğlu ve Mustafa Gündüz ile birlikte), Saray Kitabevleri, İzmir, 1996.


Araştırma ve Yazım Teknikleri (Eyüp Kemerlioğlu ve Mustafa Gündüz ile birlikte), Saray Kitabevleri, İzmir, 1997.


Güncelin Sosyolojisi 1, Saray Kitabevleri, İzmir, 1998.


Sosyoloji Yazıları 1, Saray Kitabevleri, İzmir, 1998.


Sosyoloji Yazıları 2, Anı Yayıncılık, Ankara, 2000.


Baykan Sezer’in Sosyoloji Anlayışı, Anı Yayıncılık, Ankara, 2000.


Frankfurt Okulu, Anı Yayıncılık, Ankara, 2000.


Küreselleşme ve Sosyal Bilimler, Anı Yayıncılık, Ankara, 2001; Genişletilmiş II. Baskı, Anı Yayıncılık, Ankara, 2003.


Sefaletin Sosyolojisi, Anı Yayıncılık, Ankara, 2002.


Atatürk’ü Doğru Anlamak, Anı Yayıncılık, Ankara, 2003; Genişletilmiş II. Baskı, Anı Yayıncılık, Ankara, 2004.


Zalimler ve Mazlumlar: Küreselleşmenin İnsanî Olmayan Doğası, Anı Yayıncılık, Ankara, 2004.


Sosyal Bilimleri Yeniden Yapılandırmak, Anı Yayıncılık, Ankara, 2004.


Özgünlüğün Sosyolojisi, Anı Yayıncılık, Ankara, 2004.


Batı Bataklığı, Anı Yayıncılık, Ankara, 2005.


Batı Barbarlığı 1: Rousseau, Marx ve Nietzsche Üzerine, Anı Yayıncılık, Ankara, 2005.


Sosyoloji Tarihi 1: İbni Haldun, Machiavelli, Montesquieu ve Rousseau'nun Sosyal Teorileri, Anı Yayıncılık, Ankara, 2006.


Batı Sosyolojisini Yeniden Düşünmek Cilt 1: Marx'ın Sosyolojisi, Anı Yayıncılık, Ankara, 2007.


Batı Sosyolojisini Yeniden Düşünmek Cilt 2: Burjuva Sosyolojisi, Anı Yayıncılık, Ankara, 2007.

MAKALELER

“Pitirim A. Sorokin”, Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi (iç.), Sayı: 6, Konya, 1991, s. 27-44.


“Atatürk Döneminde Sanayileşme Çabaları”, Ata Dergisi (iç.), Sayı: 4, Konya, 1993, s. 123-140.


“Sosyoloji Teorilerinin İlgi Odağı ve Gelişimi”, Dünyada ve Türkiye’de Güncel Sosyolojik Gelişmeler (iç.), Sosyoloji Derneği Yayınları, Ankara, 1994, s. 91-113.


“Kırsal Kesimden Kentsel Kesime Gelen Üniversite Öğrencilerinin Kente ve Üniversiteye Uyum Problemleri”, Ata Dergisi (iç.), Sayı: 6, Konya, 1994, s. 75-112.


“Postmodernizm: Modernlik Projesine Bir Başkaldırı”, Türkiye Günlüğü (iç.), Sayı: 30, 1994, s. 86-96.


“Postmodernizm ve Alternatif Tıp” [“Postmodernizm ve Alternatif Tıp (I)”, Birikim (iç.), Sayı: 80, Aralık 1995, s. 38-47 ve “Postmodernizm ve Alternatif Tıp (II)”, Birikim (iç.), Sayı: 81, Ocak 1996, s. 66-73].


“Geleneksel İyileştiriciler Üzerine Bir Araştırma”, Birikim (iç.), Sayı: 83, Mart 1996, s. 76-83.


“Max Weber’in Kapitalizmi Açıklama Tarzı Üzerine”, Yelken (iç.), Sayı: 11,12,13, Şubat-Mart-Nisan 1996.


“Pozitivizm ve Postmodernizm” [“Pozitivizm ve Postmodernizm-1”, Bilim ve Ütopya (iç.), Sayı: 25, Temmuz 1996, s. 30-31 ve “Pozitivizm ve Postmodernizm-2”, Bilim ve Ütopya (iç.), Sayı: 26, Ağustos 1996, s. 42-43].


“Mersin’e Göç Etmiş İnsanların Sağlık Koşulları Üzerine Bir Çalışma”, Toplum ve Göç (iç.), Sosyoloji Derneği Yayınları, Ankara, 1997, s. 657-666.


“İnternetin Toplumbilimsel Yönüne Dair”, Bilim ve Ütopya (iç.), Sayı: 51, Eylül 1998, s. 67-69.
“1920’ler Türkiye’sinde Bir Olanak Alanı Olarak Cumhuriyet”, 75. Yılında Tüm Boyutlarıyla Cumhuriyet Sempozyumu (iç.), Cumhuriyet Üniversitesi Rektörlük Basımevi, Sivas, 1998, s. 11-36.


“Sosyoloji Kuramları İçinde İbni Haldun’un Yeri”, Bilim ve Ütopya (iç.), Sayı: 58, Nisan 1999, s. 83-85.


Türkiye’de Kırsal ve Kentsel Kesimi Sosyolojik Düşünmek”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (iç.), Sayı: 22-23, Sivas, Aralık 1999, s. 121-138.


“Marxist Devlet Teorisi Açısından Devlet/Sermaye İlişkileri”, Özeti 6. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi Tebliğler Özeti, s. 41.


“Öğretmen Yetiştirme Düzenimizde Yetiştiricinin Rolü” (Mehmet Eser ile birlikte), Eğitim Araştırmaları (iç.), Sayı: 2, Ankara, Ekim 2000, s. 45-51.


“Ölümü Sosyolojik Düşünmek”, Prof. Dr. Eyüp Kemerlioğlu’na Armağan (iç.), Eğitim Fakültesi Yayınları, Sivas, 2000, s. 9-14.


“Korkuyu Korkusuzca Düşünmek”, Felsefelogos (iç.), Sayı: 11, Temmuz 2000, s. 173-177.


Sosyal Bilimlerin Dünü, Bugünü ve Geleceği Üzerine”, Felsefelogos (iç.), Sayı: 13, Ocak 2001, s. 45-71.


“20. Yüzyılın Düşün Sefaleti ya da 19. Yüzyılı Yeniden Düşünmek Üzerine Birkaç Not”, Felsefelogos (iç.), Sayı: 14, Nisan 2001, s. 53-83.


“Batı Düşün Kalıplarının Dışında, Takım Anlayışından Hareket Edenlerin Karşısında Bir Yerli, Yerli Olduğu Kadar Evrensel Bir Sosyolog: Baykan Sezer”, Doğu Batı (iç.), Sayı: 16, Ağustos-Eylül-Ekim 2001, s. 147-183.


“Sosyal Bilimlerdeki Multidisiplinarite Yönelimleri Çerçevesinde Tarih ile Sosyolojinin Yakınlaşımı ve Baykan Sezer”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (iç.), Cilt: 25, No: 1, Sivas, Mayıs 2001, s. 1-14.
“Kapitalizmin Diasporası Olarak Küreselleşme”, Eğitim Araştırmaları (iç.), Sayı: 6, Ankara, Ocak 2002, s. 12-33.


“Küreselleşme ve Postmodernleşmeye Karşı Ulusal Bağımsızlık Hareketi”, Eğitim Araştırmaları (iç.), Sayı: 7, Ankara, Nisan 2002, s. 96-111.
25) “Küreselleşme Süreci Karşısında Atatürkçü Düşün Sisteminin Konumu”, Eğitim Araştırmaları (iç.), Sayı: 8, Ankara, Ağustos 2002, s. 13-29.


“İstanbul’da Bir Alman Profesör: Gerhard Kessler”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi (iç.), Cilt: 5, Sayı: 2, Güz 2002, s. 105-123 (Prof. Dr. Nilgün Çelebi ile birlikte).


“Küreselleşme, Beden ve Şizofreni” Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, Halk Sağlığı Özel Eki, Cilt: 25, Sayı: 4, 2003, s. 89-94.


“Annales Okulu”, Felsefe Ansiklopedisi, Cilt: 1, Editör: Ahmet Cevizci, Etik Yayınları, İstanbul, 2003, s. 435-441.


“Kemal Tahir’in Türk Sosyolojisindeki Yeri ve Önemi”, Sosyoloji Yıllığı-Kitap 10: Kemal Tahir’in 30. Ölüm Yıldönümü Anısına (iç), Yayına Hazırlayanlar: Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan, Kızılelma Yayıncılık, İstanbul, 2003, s. 103-125.


“Küreselleşmenin ve Avrupa Birliği’nin Ulusal Egemenliğimize Etkileri”, I. Uluslararası Felsefe Konferansı, Egemenlik Sorunu, 11-13 Nisan 2003, Kocaeli Üniversitesi Yayınları, Kocaeli, 2004, s. 21-40.


“Türk Sosyolojisi İçin Büyük Kayıp: Baykan Sezer”, Sosyoloji Yıllığı-Kitap 11: Baykan Sezer’e Armağan, Baykan Sezer ve Türk Sosyolojisi (iç.), Yayına Hazırlayanlar: Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan, Kızılelma Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 167-181.


“Bağımlılık Okulu”, Felsefe Ansiklopedisi, Cilt: 2, Editör: Ahmet Cevizci, Etik Yayınları, İstanbul, 2004, s. 52-55.


“Fernand Braudel”, Felsefe Ansiklopedisi, Cilt: 2, Editör: Ahmet Cevizci, Etik Yayınları, İstanbul, 2004, s. 829-834.


“Sürünün Ekonomi Politiği ya da Özgünlüğü Tahayyül Etmek”, Edebî Düşünce, Sayı: 3, Şubat-Mart 2004, s. 30-54.


“XIX. Yüzyılda Batı Yayılmacılığı, Devrimler ve Batı İçi Çekişmeler”, Sosyoloji Yıllığı-Kitap 12: Tarihte Doğu-Batı Çatışması (iç.), Yayına Hazırlayanlar: Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan, Kızılelma Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 419-439.


“Modernliğin Radikal Eleştirmeni: Jean-Jacques Rousseau”, Edebî Düşünce (iç.), Sayı: 4, Şubat-Nisan 2005, s. 4-28.


“Batı Bataklığından Kurtulmak”, Edebî Düşünce (iç.), Sayı: 5, Haziran-Temmuz 2005, s. 3-44.


“Dünya Sistemi Teorisi”, Felsefe Ansiklopedisi, Cilt: 4, Editör: Ahmet Cevizci, Ebabil Yayınları, Ankara, 2006, s. 822-825.


"Sosyolojide Coğrafyacı Görüşler: İbni Haldun, Montesquieu ve Fernand Braudel Ekseninde Bir Değerlendirme", Sosyoloji Yıllığı-Kitap 15: Sosyoloji ve Coğrafya (iç.), Yayına Hazırlayanlar: Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan, Kızılelma Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 138-155.


"14. Yüzyılın Yetkin Sosyologu İbni Haldun ve Türklere Dair Tespitleri", Sosyoloji Yıllığı-Kitap 15: Sosyoloji ve Coğrafya (iç.), Yayına Hazırlayanlar: Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan, Kızılelma Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 375-399.


"Batı Sosyolojisinin İnşasındaki Gerçek Niyetleri İfşâ Etmek: Marx, Comte, Weber ve Durkheim Ekseninde Bir Değerlendirme", Sosyoloji Yıllığı-Kitap 16: Bilim Sosyolojisi (iç.), Editörler: Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2007, s. 72-114.


"XIX. Yüzyılda Batı'da Yapılan Bilim Sınıflamaları: Auguste Comte Çizgisinin Bir Eleştirisi", Sosyoloji Yıllığı-Kitap 16: Bilim Sosyolojisi (iç.), Editörler: Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2007, s. 633-668.


“Gerhard Kessler”, Türkiye'de Sosyoloji (İsimler-Eserler) Cilt 1, Derleyen: M. Çağatay Özdemir, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2008, s.383-404 (Prof. Dr. Nilgün Çelebi ile birlikte).


KATILDIĞI KONGRE, SEMPOZYUM, PANEL, SÖYLEŞİ, KONFERANS VE TELEVİZYON PROGRAMLARI


“Sosyoloji Teorilerinin İlgi Odağı ve Gelişimi”, 1. Ulusal Sosyoloji Kongresi: Dünyada ve Türkiye’de Güncel Sosyolojik Gelişmeler, 3-5 Kasım 1993, İzmir.


“Mersin’e Göç Etmiş İnsanların Sağlık Koşulları Üzerine Bir Çalışma”, 2. Ulusal Sosyoloji Kongresi: Toplum ve Göç, 20-22 Kasım 1996, Mersin.


“Marxist Devlet Teorisi Açısından Devlet/Sermaye İlişkileri”, 6. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi, 17-19 Kasım 1999, ODTÜ, Ankara.


“ Küreselleşmenin Sosyolojisi, Sosyolojinin Küreselleşmesi Üzerine”, 3. Ulusal Sosyoloji Kongresi: Dünyada ve Türkiye’de Farklılaşma, Çatışma, Bütünleşme, 2-4 Kasım 2000, Eskişehir.


“Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin Dünyada Yarattığı Eşitsizlikler Karşısında Atatürk’ün


“Mazlum Milletler” Teorisini Yeniden Düşünmek ya da Batı-Dışı Mazlum Toplumlar Bloku’nu Öne Çıkarmak”, 4. Ulusal Sosyoloji Kongresi: Değişen Dünya ve Türkiye’de Eşitsizlikler, 16-18 Ekim 2003, Sivas.


“Sosyoloji Eğitimi ve Sorunları”, Felsefe Grubu Eğitimi ve Sorunları Sempozyumu, Mithat Özsan Amfisi, 10-11 Nisan 1997, Adana. Düzenleyen: Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi Bölümü.


“Türkiye’de Sosyolojiyi Tarihle Temellendirme Çabalarında Öncü Bir İsim: Baykan Sezer”, Sosyoloji ve Tarih Sempozyumu, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, 27-28 Nisan 1998, Bolu. Düzenleyen: UNESCO Türkiye Milli Komisyonu.


“1920’ler Türkiye’sinde Bir Olanak Alanı Olarak Cumhuriyet”, 75. Yılında Tüm Boyutlarıyla Cumhuriyet Sempozyumu, Cumhuriyet Üniversitesi, 14-16 Ekim 1998, Sivas. Düzenleyen: Cumhuriyet Üniversitesi Rektörlüğü.
“Küreselleşme ve Avrupa Birliği’nin Ulusal Egemenliğimize Etkileri”, Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü I. Uluslararası Felsefe Günleri Sempozyumu: Egemenlik Sorunu, 11-13 Nisan 2003, Kocaeli.


“İnsan Hakları ve Felsefe”, Mersin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Konferans Salonu, 27 Şubat 1996, Mersin. Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Sara Çelik. Katılımcılar: Prof. Dr. Uluğ Nutku, Yrd. Doç. Dr. Sezgin Kızılçelik ve Eray Yağanak.


“12 Eylül 1980 Sonrası Türkiye’de Bilim”, Mersin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Konferans Salonu, 5 Mart 1996, Mersin. Panelistler: Ender Helvacıoğlu, Yrd. Doç. Dr. Sezgin Kızılçelik ve Dr. Yaşar Erjem.


“Postmodernizm”, Mersin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Konferans Salonu, 24 Nisan 1996, Mersin. Panelistler: Prof. Dr. Eyüp Kemerlioğlu (yönetici), Yrd. Doç. Dr. Yusuf Güven, Yrd. Doç. Dr. Ayşe Azman, Yrd. Doç. Dr. Sezgin Kızılçelik, Dr. Yaşar Erjem, Öğr. Gör. Mehmet Barut.


“Türkiye’de Terör ve Basın”, 15. TÜYAP Kitap Fuarı, TÜYAP Sergi Sarayı, 6 Kasım 1996, İstanbul. Panelistler: Yrd. Doç. Dr. Sezgin Kızılçelik (panel yöneticisi), Oktay Ekşi ve Mustafa Gündüz.


“Çete Sosyolojisi”, 1. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 29 Mart 1998, İstanbul. Panelistler: Mustafa Karaoğlu, Mustafa Gündüz, Doç. Dr. Sezgin Kızılçelik, Nevzat Güldiken, Çetin Gültekin, Kemal Bilginer (panel yöneticisi).


“Küreselleşme Tartışmaları”, Cumhuriyet Üniversitesi, Kültür Merkezi, 3 Nisan 2001, Sivas. Panelistler: Prof. Dr. Uluğ Nutku (yönetici), Doç. Dr. Sezgin Kızılçelik, Doç. Dr. Mustafa Gündüz, Doç. Dr. H. Bayram Kaçmazoğlu, Arş. Gör. Ali Esgin.


“Sezgin Kızılçelik ile Söyleşi”, Söyleşi: Ö. Dikmen ve S. Kaya, Edebî Düşünce (iç.), Sayı: 1, Haziran-Temmuz 2003, s. 12-17.


“Özgünlüğün Sosyolojisi”, Cumhuriyet Üniversitesi Vakıf Kitabevi Kitap Söyleşileri, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Tesisleri, 1 Haziran 2004, Sivas.


“Söz Milletin” Programı, Samanyolu Televizyonu, Canlı Yayın, 15 Mart 1997, İstanbul.


“Ceviz Kabuğu” Programı, KANALTÜRK Televizyonu, Canlı Yayın, 21 Ekim 2005, Ankara.


“Uğur Mumcu’nun Öldürülmesinin Sosyolojik Değerlendirilmesi”, Atatürkçü Düşünce Derneği Mersin Şubesi ile İçel Valiliği İl Kültür Müdürlüğü İl Halk Kütüphanesi Müdürlüğü, 24 Ocak 1996, Mersin.


“Küreselleşme ve Atatürk”, İnönü Üniversitesi, 28 Mayıs 2002, Malatya.


“Atatürk’ü Doğru Anlamak”, İnönü Üniversitesi ve 2. Ordu, 10 Kasım 2004, Malatya.


“Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Atatürkçü Düşünce Derneği Sivas Şubesi, 19 Şubat 2005, Sivas.


“Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye Girişi”, Ulusal Eğitim Derneği, 9 Nisan 2005, Ankara.


“Kemalizm ve Küreselleşme Bağlamında Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, Selçuk Üniversitesi, 24 Ekim 2005, Konya.


“Atatürk’ü Anlamak”, Malatya Valiliği, 29 Ekim 2005, Malatya.
“Atatürk İlke ve Devrimlerinden Çıkaracağımız Dersler”, Malatya İli Atatürk’ün Ölümünün 67. Yıldönümü Anma Töreni, 10 Kasım 2005, Malatya.


“Atatürk’ün Görüşleri Çerçevesinde Türkiye’nin Batı ile İlişkileri”, Muğla Üniversitesi, 8 Mayıs 2006, Muğla.


“Batının Gerçek Yüzü ve Türkiye’nin Batı Çıkmazı”, Adnan Menderes Üniversitesi, 9 Mayıs 2006, Aydın.
Türk Toplum Düşüncesinin Sınırları ve Özgürleşmesi, İnönü Üniversitesi, Kongre ve Kültür Merkezi, 18 Kasım 2006, Malatya, Panelistler: Prof. Dr. Mustafa GÜNDÜZ (Panel Yöneticisi), Prof. Dr. Kurtuluş KAYALI, Prof. Dr. H. Bayram KAÇMAZOĞLU, Prof. Dr. Sezgin KIZILÇELİK, Doç. Dr. Ertan EĞRİBEL, Yrd. Doç. Dr. Ufuk ÖZCAN.


"AB, ABD ve AKP Kıskacında Bir Ada: Kıbrıs", İnönü Üniversitesi, Kongre ve Kültür Merkezi, 13 Aralık 2006, Malatya.


"Türkiye Geçilmez", 18 Mart Şehitleri Anma Günü, Malatya Valiliği, 18 Mart 2007.


"Türk Sosyolojisi", İnönü Üniversitesi, Kongre ve Kültür Merkezi, 20 Nisan 2007, Malatya.


Türkiye'de Sosyal Bilimlerin Biçimlenmesi ve Örgütlenme Sorunları, Baykan Sezer Çalışma Günleri 6, Afyon Kocatepe Üniversitesi, 3 Aralık 2007, Afyon, Panelistler: Doç. Dr. Himmet Hülür (Başkan), Prof. Dr. Sezgin KIZILÇELİK, Doç. Dr. Ertan EĞRİBEL, Yrd. Doç. Dr. Ufuk ÖZCAN