16 Temmuz 2008 Çarşamba

MODERNLEŞME VE KADIN

GÜNEYDOĞU'DA HIZLI GÖÇ YOLLARINDA

MODERNLEŞME VE KADIN

SİİRT'TE TOPLUMSAL KALKINMA PROJESİ (TOKAP) ÖRNEĞİ
1. GİRİŞ


Güneydoğu'da son onbeş yıldır terör dolayısıyla yaşanmakta olan zorunlu göçün, bölgenin sosyolojik yapısının ciddi bir şekilde yeniden şekillenmesine yol açtığı bir gerçektir. Kısa vadede ciddi ekonomik ve sosyal sorunlara yol açan bu göçün, orta ve uzun vadede belli bir nüfusun şehirleşmesi ve modern hayatın bütün kayıtları altına girmesine yol açan boyutlara sahip olduğu görülebilir. Esasen daha önce yolun gitmediği, dolayısıyla modern hayatın gerektirdiği pek çok hizmetin ulaşmadığı köyler, doğal olarak modern bir hayatın gerektirdiği davranışlara, zihniyet dönüşümüne son derece kayıtsız bir hayat sürmekte; sosyoloji çevrelerinin bu durumlar için uygun gördüğü yaygın tabiriyle âdeta "tarihin dışında" yaşamaktaydılar. Bu kayıtsızlığın ve "tarih-dışılığın", ülkenin diğer bölgelerinin yapısıyla herhangi bir bütünleşme durumunda olağandışı tepkimelere yol açan sonuçları olacaktı. Bu sonuçların en önemlisi demografik alanda cereyan edeniydi. Bir çeşit "kara para" nın ekonomi üzerinde gördüğü işleve benzer bir şekilde, kayıt dışı bir "nüfus"un bir çeşit "kara nüfus" etkisi yapması sözkonusuydu. Hiç hesapta olmayan, kontrol edilemeyen bir hızlı nüfus kaynağı, demografik planlamada modern devletin planlama insiyatifini derinden etkilemekte, demografik planlama üzerinde denge bozucu, hesaplanamayan sonuçlara yol açıyordu. Diğer yandan bu "kayıt-dışı nüfus" un kültürel sonuçları vardı. Bu da sözkonusu nüfusun hem Türkçe bilmemesi, hem de modern şehir hayatının gereklerine icabet etmeksizin her ân şehir hayatına katılma potansiyeli taşımasından ileri gelmektedir. Bu durum açıkça, katılan nüfusun şehirle uyumsuzluk sergilemesine, dahası şehrin belli bir düzene bir türlü oturamamasına yol açmaktadır.
Oysa bu zorunlu göç sürecinde, oluşan bütün ekonomik sorunlar, işsizlik vs. olumsuz durumlarla birlikte, uzun vadede, modern bir hayatın gerektirdiği "kayıt altına alınmış bir nüfus", "kültürel olarak türdeşleşmiş ve planlanıp kontrol edilebilir bir nüfus" hedeflerine ya "kendiliğinden" veya devletin bazı çabaları sayesinde ulaşılmaktadır. Aslında yaşanan bu büyük göç de yukarıda zikrettiğimiz benzer sorunlara, demografik yapı üzerindeki "kara nüfus" etkisine sahip olmaktadır. Ancak bu etki, bir defalığına ve âdeta "kara nüfus" kaynağını kuruturcasına meydana geldiği için Türkiye'nin göç bağlamındaki modernleşmesi açısından ayrı bir öneme sahiptir.
Özellikle kadınlar, böyle bir modernleşmenin en uygun taşıyıcıları olmaktadırlar. Çünkü modernleşme sürecinde, toplulukların siyasetin ve ekonominin taleplerine uygun olarak denetlenebilir ve planlanabilir bir "nüfus"a dönüşebilmesi için kadınların birer "yurttaş" olarak inşâ edilmesinin çok özel bir önemi vardır. Bu inşâ süreci doğrudan merkezî devletin özel ve aktif çabalarıyla, yani bütün kurumlarıyla aktif bir "modernleştirici" (Sevil, 1999) olarak çalışmasıyla olabildiği gibi, kapitalizmin toplumsal ilişkilerin tabiatını dönüştürerek yayılması ve her düzeyde yoğun bir metalaşmayı etkin kılmasıyla birlikte kendiliğinden bir süreç olarak yaşanabilir. Bu ikincisinde modernleşme, modernleştirici olarak bürokrasinin dahline gerek duymayacka kadar, kaçınılmaz bir hâle gelmiştir artık
.

1.1. Araştırmanın Amacı
Bu çalışmada Güneydoğu'da son 15 yıldır terör nedeniyle köylerinden göç etmek zorunda kalmış olan kadınların, modernleşme sürecinin gerektirdiği bu "yurttaşlık" tanımına nasıl uy(durul)duklarını saptamayı amaçladık. Açıkçası, görmekte olduğumuz bir şeyi sosyolojik bir çalışmayla ve istatistiki bir destekle görüp göstermeyi istedik. İlk etapta görünen şey, yaşanan hızlı ve "mecbur kalınmış" göçün hafızalarda bıraktığı bütün acı hatıralara; hâlihazırda bu göçü yaşamakta olanların çekmek zorunda kaldıkları katlanılması son derece zor bütün çilelere; bütün planlanmamışlığına, dolayısıyla hazırlıksız yakalamış olmasına rağmen, bu göç, önemli bir nüfusu veya bölgeyi ciddi bir biçimde modernleştirici bir etkide bulunmaktadır.
Modernleşme ve göç arasında zaten modernleşme tarihi boyunca hep bir nedensel ilişki varolagelmiştir. Güneydoğu'daki göç sözkonusu olduğunda, terörün, yol açtığı göç dolayısıyla da olsa siyasî ve kültürel açıdan böyle bir sonucu olduğu üzerinde ise pek durulmamıştır. Güneydoğu'daki modernleşme üzerinde çalışanlarınsa, terör ile modernleşme arasında bir ilişki kurmanın akla zarar zahmetine katlanmadıkları için, bu ilişkileri bu düzeyde ele almaktansa, genellikle GAP ve pek olmayan sanayî yatırımlarının bölgenin modernleşmesi üzerindeki etkisini göstermeye çalışmakla yetinmiş oldukları bir gerçek. Bu çalışmayı, bölgede, özellikle bu bağlamda yaşanan göç sonrası durumun sosyolojik tasvirini yapabilmek üzere yürüttüğümüz bir dizi çalışmanın bir parçası olarak düşündük. Bu çalışmanın bir diğer parçasını, bölge içi göç alan iki orta büyüklükte şehir olan ve bu süreç içerisinde gittikçe kentsel özellikler sergilemeye yönelen Siirt ve Batman'daki lise öğrencilerinin yaşam dünyalarını tespit etmeye çalıştığımız bir çalışma teşkil ediyordu (Aktay, 1999). Kuşkusuz, Türkiye'nin Güneydoğu'su hâlihazırda da devam eden ve sosyolojik teoriler açısından gerçek anlamda bir laboratuvar oluşturan zengin bir değişim sürecinden geçmektedir. Bu sürecin ve bu süreç yoluyla dönüşen toplumsal yapının anlaşılabilmesi için, her bakımdan ve her yoldan yaklaşımlar gerekmektedir. Bu noktada basit bir anket çalışmasıyla yetinmemek, gidip görmek, yaşamak, hissetmek ve anlamak gerek. Bu çalışma bu kaygıdan hareketle atılmış bir adım olarak değerlendirilmelidir.


1.2. Araştırmanın Kapsamı
Bu çalışmanın kapsamı, Güneydoğu'da göç etmiş olan bütün nüfus değil, özellikle köylerden veya küçük kasabalardan bölge içindeki şehirlere göç etmiş olan kadın nüfusudur. Bu nüfusun da tamamına ulaşabilmek tabiatıyla mümkün olmadığından, daha önce liselerde karşılaştığımız ve görüştüğümüz kızlara ilaveten şimdi liseye veya ortaokula gidemeyen, bununla birlikte göç sürecinde şehirle bütünleşme konusunda özel bir çaba sarfediyor gibi görünen bir kesimden örneklem alarak üzerinde yoğunlaştık. Siirt'te Valiliğin düzenlemiş olduğu ve Siirt ve ilçelerinde toplam yaklaşık 18.000 civarında her yaştan kadını kapsayan "halk eğitimi" türü "Toplumsal Kalkınma Projesi" (TOKAP) bağlamında kadınlara verilen eğitim, köyden yeni göç etmiş olan kadınları sosyalize etmeye ve şehre uyum sağlamalarına hizmet etmektedir. Bu eğitim yoluyla modernleşme sürecindeki kadınlar, aynı zamanda modernleştirici güçlerin (bürokrasinin) bu sürece etkilerini tebarüz ettiren özellikler sergilerken, bir yandan da bu modernleştiricilere bağmlı olmayan bir modernleştirmenin sınırları hakkında da ipuçları verebilirler. O yüzden, araştırmamızın kapsamı Siirt şehir merkezinde bu kurslara devam etmekte olan kız öğrenciler olmuştur..

1.3. Araştırmanın Yöntemi
Bu çalışma, yukarıda zikrettiğimiz gibi, daha büyük bir projenin bir parçası olarak ortaya çıktı. Bu genel projede yer yer kalitatif yöntemler kullanırken, yer yer de şehir halkından değişik kesimlerle de ufuk açıcı görüşmeler yapıldı. Bu arada içinde ölçücü olacağı düşünülen bazı soruların yeraldığı anketler de uygulandı. Bu özel çalışmada da, bir yandan şehrin genel ahalisi arasında göç, kadın ve modernleşmeyle ilgili bazı tutumlar anlaşılmaya çalışılırken, bunlar üzerinde modernleşme sosyolojisinin bazı teorileri eşliğinde duruldu. Örneğin, Michel Foucault'nun modernleşme, iktidar, nüfus ve kadının bir yurttaş olarak kurulması arasında kurduğu ilişki, Güneydoğu'daki göç sürecinde kadının konumunu anlamak açısından son derece açıklayıcı görülmüş ve bu minvalde bir kavramsallaştırma denenmiştir. Bu arada modernleşmenin kendiliğinden süreci ile "modernleştirici" bürokratik kurumlar aracılığıyla gerçekleşmesi arasındaki ayırım gözetilerek, TOKAP yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılan değişim ile, kendi seyrindeki bir değişim arasındaki farka sürekli atıfta bulunuldu.
Göç eden kadınların şehre uyumunun modernleşme ve şehirleşme bağlamında bazı davranış ve anlayış kalıplarının yerleşmesini sağlayan tarafları, bazı sorulara verilen cevapların değerlendirmesiyle ortaya konulmaktadır. Anket çalışması bu kurslara devam etmekte olan 105 öğrenciye sorulan 50 sorudan oluşmaktadır. Kızların büyük bir kısmı sorulan soruları Türkçe anlamadığından (Türkçe'yi yeni yeni öğrenmekte olduklarından) yörede Kürtçe bilen bayan anketörler istihdam edilmiş, bu sorulara verilen cevaplar büyük ölçüde mülâkatın sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu çalışmada sadece bu anketlerin sonuçları üzerinde durulmamış, aynı zamanda anket esnasında, bu anketlerin uygulanma süresi içerisinde bile zorunlu olarak oluşan samimi ortamdaki sohbet ve derinlemesine mülakatların sonuçları da yansıtılmıştır. Esasen, Türkçe bilmeyen, bilenlerinse anket formundaki soruları anlamadığı bir ortamda salt bir anketin verilerine dayanmak gerçekten de çok yanıltıcı olurdu.

2- MODERNLEŞME: BİTİMSİZ BİR GÖÇ

Modernleşmenin kendisi bir bakıma büyük bir göçün sonucu, hatta bizzat kendisi olarak görülebilir. Çünkü modernleşme yoluna yaklaşık son üçyüzyıldır dökülmüş bulunan dünyamız, ne bu yolun sonuna varmış ne de yakın zamanda varacak gibi görünüyor. Bütün göçlerde olduğu gibi, modernleşme göçünün de büyük ölçüde kadınların omuzlarına büyük yükler yüklediği bir gerçektir. Modernleşme yolunda kadının erkeğe nisbetle kazandığı yeni statülerin, bu yolda ne kadar mesafe katedilmiş olduğunu gösterdiğine bakarak bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Gerçekten de modernleşme yolunda katedilen mesafe, kadının erkekle gerek haklar bakımından, gerekse toplumsal statü açısından eşitleşme oranıyla belirlenmektedir. Özellikle büyük ölçüde yolda toparlanmak üzere programlanmış bir göç olayının kadının omuzlarına daha fazla yük yüklediğini tahmin etmek zor değildir. Geleneksel toplumdan modern topluma geçişte, kadının bir nüfus unsuru olarak devreye girmesi, onun zamanla bir toplumsal ve siyasal özne olarak da girmesinin başlangıcı olmuştur. Gerçi bu konudaki kronoloji biraz tuhaftır. Örneğin Avrupa'da bu bakımdan büyük mesafeler katetmiş kadınların, Türkiye gibi modernleşme yolunun daha başlarındaki bir ülkedekinden daha geç bir dönemde seçme ve seçilme hakkı kazanmış olmaları gibi bir durum sözkonusudur. Bunu modernleşme yolunun farklı patikalar, veya farklı mola yerleriyle hatta farklı rotalarla (Therborn, 1995) farklı renkler kazanabilme ihtimaliyle açıklayabiliriz tabiî ki. Daha karmaşık açıklamalar, demografya dolayımıyla devreye giren kadını toplumsal ve siyasal bir aktör olmaktan ziyade, toplumsal denetim mekanizmalarının yeni sistemlerinin zorunlu bir sonucu olarak görmeye daha yatkın olabilir. Ancak her hâlükârda, modernleşme göçünün kadına önemli görevler yüklemiş olduğunu hiç bir yaklaşım gözardı edemez.
Türkiye'nin Güneydoğu'sunda da son onbeş yıldır yaşanmakta olan göç, Türkiye'nin modernleşme sürecinden ayrı değerlendirilemez. Bu göç ne kadar zorunlu bir göç olsa da sonuçları sosyolojik olarak göze fazlasıyla çarpmaktadır. Esasen, Güneydoğu'da göç olayı üzerine şu âna kadar yapılan çalışmaların büyük çoğunluğu, hep ya asayiş edebiyatı veya karamsar bir sefalet edebiyatı eşliğinde yapılmıştır. Oysa, sonuçta meydana gelen, geri dönüşü artık pek mümkün olmayan bir göç olayıdır. Bütün geri dönüş teşvik veya beklentilerine rağmen, fiîlen bunun artık mümkün olmayacağı da görülmektedir. Buna karşılık, köyden kente hiç beklemediği bir anda, âniden ortaya çıkan zorlayıcı etkenlerle göç etmek zorunda kalan köylülerin geldikleri yerlerde kurdukları hayatların ilk elde pek içaçıcı olmayan görüntülerinin zamanla belli bir konsolidasyona yüz tuttuğu görülebilir. Bu konsolidasyon oranında da şehirleşme süreci veya şehir yapısı ayırdedilebilir bir nitelik kazanır. Şehirle göçmenin bu tarz bir bütünleşmesinde gözönünde bulundurulması gereken bir kaç önemli nokta vardır. Bu noktaların bir kısmı, örneğimizin Güneydoğu olmasıyla doğrudan ilgili; bir kısmı Türkiye'nin modernleşme süreciyle ilgili diğer bir kısmı da bu süreç içerisinde kadının rolüyle ilgilidir.
Herşeyden önce, Güneydoğu göçmenlerinin kültürüyle şehrin kültürü arasındaki fark başka yerlerdekine nisbetle çok daha büyüktür. Çoğu kez bir dil ayrılığıyla desteklenen bu fark, göçmenin şehre intibakını ayrıca önemli kılmaktadır. Diğer yandan, yine, örneğin bir İç Anadolu bölgesinden yakın veya büyük bir şehre göç edenlerde böyle bir fark yoktur. "Bölgedeki 30 yaşın üstündeki kadınların çoğu Türkçe bilmemektedir" (İlhan, 1994; Ertürk, 1990: 202).
Ayrıca, Güneydoğu'daki göçmenin başka yerlerdekinde olmayan bir özelliği de, göç etmek sûretiyle merkezî devletin çok uzağından bir anda çok yakınına gelmek, merkezî kurumlarla irtibata geçmek gibi bir sürecin eşzamanlı olarak vukû bulmasıdır. Bu, Güneydoğu göçmenlerinin büyük bir kısmının, devletin pek çok kurumuyla, örneğin hastahaneyle, nüfus idaresiyle, askerlik şûbesiyle, banka ve pazarla, hatta okulla ancak köyden koptuktan sonra irtibata geçebilmesinden, aksi takdirde, yani köyde varolayı sürdürdükçe aynı zamanda "devletten de uzak" kalmaya devam etmesinden dolayı böyledir. Modernleşme süreci, aynı zamanda devletle, devletin gerektirdiği merkezî ilişkilere girme düzeyiyle ölçülebilir. Bu da ancak devletin mücessem kurumları, yani hastahane, okul, nüfus idaresi, askerlik şûbesi ve sair kurumları aracılığıyla gerçekleşen düzenli yoklamalara katılım düzeyini tespit etmekle mümkündür. Göç eden insanların göç etmeden önceki hayatları da gözönünde bulundurulduğunda, salt göç etmiş olmalarının da onları nasıl bir büyük "modernleşme yolculuğu"na çıkarmış olduğu daha iyi anlaşılır. Bu insanların önemli bir kısmının bir nüfus kaydı bile bulunmadığı için bir vatandaş olarak ne bir hakları ne de bir yükümlülükleri bulunmamaktadır. Dolayısıyla evli olanların nikahları bulunmamakta, askerlik çağına gelmiş olanlar askere gitmemekte, hepsi birden herhangi bir demografya istatistiğine dahil olmamaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında, bu göç sonuçları itibariyle,. bir bakıma modern ulus devletin "kayıt tutan", "kontrol eden", "merkezî millet" anlayışının bir nüfûz başarısına tekâbül etmektedir. Üstelik salt bu açıdan bile son onbeş yıldır bu bölgede yaşanmakta olan büyük çalkantının, terörün, ve bütün dramatik boyutlarıyla zorunlu göçün, modern devletin nüfûz sahasını genişletmek, daha basit bir ifadeyle modernleşmeyi artırmak gibi bir işlevi olduğu görülebilir. Zira modernleşmeyi karakterize eden en önemli gelişmelerden biri de millî devlet yapısının toplumsal düzeydeki kurumsallaşmasıdır. Modernleşme teorisyenleri, geleneksel toplumdan modern topluma geçişi, sağlık hizmetlerinden ne kadar insanın hangi düzeyde faydalandığı; eğitimin yaygınlaşması; nüfusun gelişme eğilimlerinin denetlenebilirliği; millî kimliğin türdeşleşme ve kollektif olarak benimsenme düzeyi ve sair tezahürlerin oluşturduğu endekslerle ölçmeye çalışmışlardır (Kumar, 1978: 64 vd; 1987; Giddens, 1991). Bu endeksler, bir ölçüde de millî devletin toplumsal çatısını da inşâ etmişlerdir. BU açıdan bakıldığında, modern devletin ulusal sınırları içerisinde, yoklamalara icabet etmeyen herhangi bir insan teki, millîleşme çabasının basit bir başarısızlığı olarak ifade edilebilir. O açıdan, her şeye rağmen, aşağıda da biraz daha açacağımız gibi, planlanmamış da olsa yaşanan göç, sonuçları itibariyle bu zaafın giderilmesinde önemli bir olaydır.


3- MODERNLEŞME, GÖÇ VE NÜFUS

Millî devletin gelişiminin sanayi toplumuyla ve artan düzenli kentleşme süreciyle ilgili olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Bu da büyük ölçüde artan miktarda merkezîleşme ve kontrol demektir. Toplumun her düzeyinde kontrol sistemlerinin merkezî bir niteliğe kavuşması, millî devlet tasavvurunun tekçi doğasıyla da birleştiğinde, her şeyi kayıt altına alma ve temellük etme iradesi de, herşeyden önce mantıksal bir zorunluluk olarak kendini göstermiştir. Bu mantıksal zorunluluk ifadesini, bütün millî devlet yapılarında tek vatan, tek millet, tek ideoloji ve tek karakter projesinin kurumsallaşmasıyla bulmuştur (Türkdoğan, 1996: 56 vd.). Eğitim sistemlerinin birleştirilmesi, o yüzden sadece Türkiye'nin Tevhid-i Tedrîsât yasasıyla ifadesini bulan bir şey değil, çağın bütün ulus devlet yapılarının eğitim sistemlerini karakterize eden bir şeydir. Eğitimin birleştirilmesi, toplumsal hijyeni de temin eden bir tedbirler dizisinin bir parçasını oluşturuyordu. Toplumsal hijyen, modern toplumun "sâfiyet" veya otantisite arayışına hitap eden ve merkezî denetime eşlik eden güçlü bir ideolojiydi. Bunun eğitilen bütün bedenlerde bireysel düzeyde bir karşılık bulmaya çalışması, başka bir ifadeyle, bireysel bedenlerde tecessüm etmeyi arayışı kadar normal bir durum olamazdı. O yüzden sadece Türkiye'de değil bütün ulus devletlerin millî kimlik projelerinin önemli bir uygulamasını belli standartları yakalamaya çalışan bir dizi beden eğitimlerinin olması normaldi. Mustafa Kemal Atatürk'ün bütün spor kurumlarının ve pek çok okulun duvarlarını süsleyen "sağlam kafa ve sağlam vücut" denklemi, aslında çağın hakim ideolojisini temsil ediyordu ve daha ondokuzuncu yüzyılın başlarında bile pek çok dergi veya gazete yazısında bir tema olarak işlenmekteydi. Örneğin, 1909 yılında Duvar isimli bir dergide yayımlanan bir karikatürün altında bu ifade "akl-ı selîm cism-i selîmde bulunur" diye geçer (Arat, 1998: 86).
Bu, aslında Türkiye'nin uluslaşma sürecinin Cumhuriyet öncesi kökenlerine de işaret eder. Modernleşmeyle merkezîleşme arasındaki ilişkinin, toplumsal hijyeni önplana çıkarma şekillerinden birisi ve daha geniş çaplı olanı da nüfus kavramının yeni bir muhteva kazanmış olmasıdır. Michel Foucault'nun çok güzel ortaya koymuş olduğu gibi onsekizinci yüzyılda iktidar tekniklerinin büyük yeniliklerinden biri, ekonomik ve siyasal bir sorun olarak "nüfus"un ortaya çıkması olmuştur: Zenginlik nüfûsu, işgücü nüfusu ya da çalışma kapasitesi, kendi öz artışıyla, kullanabildiği kaynaklar arasında dengede olan nüfus. Hükümetler yalnızca uyruklarla, hatta halka değil, özgül fenomenleri ve özel değişkenleriyle (doğum, ölüm, yaşam süresi, doğurganlık, sağlık durumu, hastalıkların sıklığı, beslenme ve konut biçimi) bir "nüfus"la karşı karşıya olduklarının farkına varırlar (Foucault, 1986: 31). Bütün çabalarını modernleşmenin tabiatını kavramaya adamış olan Foucault'nun kastettiği kuşkusuz, nüfus kavramının gündeme gelme biçimleriyle modern iktidar dizgelerinin yeni şekillenme biçimleri arasındaki irtibat olmuştur. Ona göre bu iktidarın işleyişinin bir gereği olarak, Doğum oranını, evlenme yaşını, meşru ve gayri meşru doğumları, cinsel ilişkilerin başlama yaşını ve sıklığını, bu ilişkileri doğuran ya da kısır kılmanın yolunu, bekârlığın ya da konulan yasakların etkisini, gebeliği önleyici uygulamaları çözümlemek gerekmektedir. Tam da modernleşmenin en merkezî ilgisi olan bir konuya, iktidar dürtüleri açısından bir kez daha dikkat çeken Foucault'nun söyledikleri, Güneydoğu'da yaşanan zorunlu göçün en bariz sonucu olarak ortaya çıkan nüfus patlamasının neden çok ciddi bir modernleşme hamlesi olarak algılanması gerektiğini çok iyi anlatmaktadır. Modern devletlerin nüfus politikaları, nüfus artışını teşvik veya nüfus kısıtlamasını teşvik seçenekleri arasında gidip gelmiş olmakla birlikte, her iki durum için görülmesi gereken şey nüfusun merkezî bir planlamanın konusu haline gelmiş olmasıdır. Gerçekten de Türkiye'de de 1965'e kadar nüfus artışını teşvik eden politikanın aynı yıl içinde nüfus artışının Türkiye'nin gelişimiyle ters alakasını kurduğu andan itibaren bir kısıtlama politikasına yüzseksen derece çark etmiştir.
O zamana kadar tıp, psikiyatri, sosyoloji, hatta teolojinin bütün bilimsel verileri çok nüfusun faydaları üzerinde dururken bütün bu disiplinlerin bir anda çok çocuk sahibi olmanın veya fazla nüfusun gelişme, kadın bedeni, sağlığı, toplumsal sağlık gibi olgular üzerindeki menfî etkileri üzerinde durmaya başlamışlardır. Hatta, dinimizin doğum kontrolünü yasaklamıyor olduğu yönünde, temel kaynaklarda bazı verilerin bulunduğu, veya mevcut verilerin bu yönde yorumlanabileceği bile ilk defa bu zamandan sonra hatırlanmaya başlanmıştır (Ateş, 1970; Atay, 1972). Her hâlükârda, ister teşvik edilsin ister caydırılmaya çalışılsın, nüfus, bir planlama konusu haline gelmiş oluyordu ve bunun dolaylı sonucu, insanların cinsellik davranışlarının, veya tabiri caizse, yatak odalarındaki davranışların bile artık belli bir planlamanın kodlayıcı müdahalesine açılmış olmasıydı. Foucault'nun ifadeleriyle:

... nicedir, zengin ve güçlü olmak isteyen bir ülkenin nüfusunun çok olması gerektiği evetlenmekteydi. Ama, en azından değişmez bir biçimde, ilk kez bir toplum, geleceğinin ve zenginliğinin yalnızca yurttaşlarının sayı ve erdemlerine, evlenme kuralları ve ailelerin örgütlenmesine değil, aynı zamanda her birinin cinselliğini kullanma yöntemine de bağlı olduğunu evetler... Merkantilist dönemin en acillik durumuna göre kimi zaman doğum yanlısı, kimi zamansa doğumları kısıtlayıcı yönde hareket edecek, daha ince ve daha iyi hisaplanmış bir düzenleme girişimine yönelinir. Nüfusa ilişkin siyasal ekonomiden geçerek cinselliğe ilişkin ayrıntılı bir gözlemler çizelgesi oluşur. Cinsel tavırların, bu tavırların belirlenimlerinin ve etkilerinin, biyolojik olanla ekonomik olanın sınırında yer alan çözümlenmesi ortaya çıkar. Yine aynı biçimde, geleneksel yöntemlerden —ahlâksal ve dinsel özendirme, mali önlemler— de öte, çiftlerin cinsel tutumunu, düşünülmüş, siyasal ve ekonomik bir tutuma dönüştürmeye çalışan sistematik kampanyalar da belirdi. XIX. ve XX. yüzyılın ırkçıları, dayanak noktalarından bazılarını bu olguda bulurlar. Devlet, yurttaşlarının cinselliğinin ne durumda olduğunu ve onu nasıl kullandıklarını bilmeli ama yurttaşların her biri de cinselliğinin kullanımını denetleme yeteneğine sahip olmalıdır. Devletle kişi arasında, cinsellik, bir hedefe, hem de kamuyu ilgilendiren bir hedefe dönüştü; söylemler, bilmeler, çözümlemeler ve buyruklardan oluşan koca bir düzen cinselliği kuşattı (Foucault, 1986: 31-32).

Foucault'nun bu ifadelerinden, bir göç sonucunda meydana gelen bir modernleşmeyi nerede teşhis etmemiz gerektiğine dair önemli ipuçarını bulabiliriz. Esasen, Güneydoğu'da kadının durumunu ve modernleşmesini şimdiye kadar ele almış çalışmaların büyük çoğunluğu, kadınların siyasal veya ekonomik yaşama katılma seviyeleri veya genel olarak kadın haklarının gelişme seviyesiyle ölçmeye çalışmışlardır. Oysa yukarıda bahsedilen anlamda bir modernleşme, kadın haklarında eşitlikçi ve ileri bir seviyeyi zorunlu olarak gerektirmediği gibi, kadının ekonomik hayata katılımında eskisine nazaran daha geri koşullar da yaratabilir. Nitekim Yakın Ertürk'ün araştırmalarının da ortaya koyduğu gibi (Ertürk, 1976, 1987, 1988), Doğu'da "kadının katılımını (üretim ve karar verme) daha etkin kılma bağlamında en uygun koşullar modernleşmenin en az kurumlaştığı ya da bu sürece dayanıklılık gösteren aile emeğine dayalı küçük üreticiler arasında ve ova köylerine nazaran dağ köylerinde görülmektedir" (Ertürk, 1990: 204). Dolayısıyla modernleşmenin kadın için ekonomik ve siyasal ve toplumsal katılım hakları itibariyle zorunlu bir iyileştirme getirmediği tezi rahatlıkla savunulabilir. Buna karşılık nüfus istatistikleri içinde kadının bir sayı olarak erkekle aynı konumu paylaşmasının kadını "sayılabilir" kılmak açısından daha işlevsel olmuş olduğu söylenebilir. Dahası, modernleşmenin ekonomi ve siyasete getirdiği merkezî denetimin nüfus olgusunu da bir planlama konusu yapmış olması, kadının önemini artırmış, kadının ülke ekonomisi ve kalkınmasıyla doğrudan alakalı olarak benimsenen nüfus politikalarının nihâî uygulayıcısı olabilmesi için bir yurttaş olarak kurulmasını gerektirmiştir. Bu uygulamaların, neresinden bakarsak azımsanmayacak belli bir eğitimi gerektirdiği açıktır. Kendi anatomisiyle bu politikaların gerektirdiği ölçüde ilgli olmak için bile belli bilim disiplinlerinin —popüler düzeyde de olsa— bir eğitiminden geçmek gerekiyordu. Zaten modern bilim disiplinlerinin bile bireysel bedenleri iktidarın büyük bedeninin birer organı kılmak üzere disipline eden bir boyutuna ilk işaret eden de yine Foucault'ydu. Bunun için Foucault'nun yaptığı, sadece bilim disiplini ile askerî disiplin kavramlarının aynı sözcükle ifadesinin tesadüfî olmadığını göstermekten ibaretti.
Dolayısıyla, Güneydoğu'da kadının modernleşme yolundaki asıl seyri, onun bir nüfus olarak kayda geçirilmesi yoluyla olmaktadır demek fazla abartılı sayılmaz. Kuşkusuz, bu bakış açısı, Güneydoğu'nun modernleşmesindeki diğer faktörler veya endekslerin hiç bir önemi olmadığını göstermez. Aksine, merkezî ilginin tespitiyle ilgili bir soruna dikkat çekmiş oluyoruz. Bu bakımdan, Yakın Ertürk'ün yukarıda zikrettiğimiz çalışmalarının yanısıra Ahmet Özer'in Modernleşme ve Güneydoğu (1998) ve GAP ve Sosyal Değişme (1994) isimli çalışmaları veya, Güneydoğu'nun modernleşmesi üzerine özellikle GAP araştırmaları çerçevesinde son zamanlarda artan bir biçimde yapılmış çalışmalar, GAP'ın bölgenin sosyo-ekonomik yapısına etkileri çerçevesinde konuyu ele almaktadırlar. Özer'inkiler Güneydoğu'daki modernleşmeyi, bölgenin sosyo-ekonomik yapısı, bölgenin geleneksel aşiret yapısı, dinî-kültürel durumu, sağlık sorunları ve kurumsal düzeyi, üretim ve tüketim biçimlerinin GAP'ın hayata geçmesiyle beraber meydana gelen değişim süreci çerçevesinde çözümlüyor. Kuşkusuz Özer'in gözlemlediği değişim sürecinde bölgenin demografya ve okullaşma oranları konusunda ortaya koyduğu istatistiki veriler, ayrı bir ilgiyi hakediyordur. Ama bunlar zaten zorunlu göç dolayısıyla meydana gelmiş bir nüfus hareketliliğinin sonuçlarından ibaret değil; planlama sonucu olmuş; bölgenin kalkındırılması, dolayısıyla da modernleştirilmesi amacına matuf bir büyük projenin sonucunda meydana gelmiş bir değişimin verileridir. Bu verilerin tamamı GAP'ın sonuçları olarak değerlendirilmeyebilir de. Kuşkusuz kendiliğinden bir süreç olarak köyün bir itici potansiyeli veya şehirlerin bir çekici potansiyeli veya Türkiye'nin belli bir rutinle yaşamakta olduğu toplumsal değişim, bölgede modernleşmeye rutin ve yavaş da olsa bir ivmeyle yansıyacaktı, yansımaktadır da. Ancak burada sözkonusu ettiğimiz, terör olaylarının yarattığı güvensiz ortamın ardından meydana gelen ânî, planlamasız göçün —genellikle şehirlerde yarattığı "sefalet kültürü" ve çok moda bir tabirle "çarpık kentleşme"yle beraber anılmasına alışık olduğumuz halde— modernleştirici potansiyelidir. Bu potansiyeli ise, bizzat bu bölgenin modernlik öncesi karakterinin yoğunluğu dolayısıyla, yaşanan değişimin keskinliğinden kaynaklanmaktadır. Daha önce merkezî devletin bütün kurumlarıyla ilişkileri asgari düzeyde olan büyük bir nüfusun âniden devletin bütün kurumlarıyla temasa geçmesi sözkonusu olmaktadır. Başka bölgelere kıyasla bu temas ne kadar düşük düzeyde olsa da bu bölgenin dönemsel karşılaştırması açısından açık bir biçimde yüksektir.
Bütün bunların yanısıra bir uyarıda bulunmakta fayda vardır: Devletin, eğitim, sağlık, kültür ve en önemlisi nüfus kurumlarıyla temas dolayımıyla gerçekleştiğinden sözettiğimiz modernleşme devletle zorunlu olarak barışık olmayı gerektirmiyor. Kuşkusuz, bu göçün oluş biçimi dolayısıyla, radikal bir toplumsal hoşnutsuzluk potansiyeli de gözle görülür biçimde artmaktadır. Hatta bunu söylemek, son on beş yıldır yaşanmakta olan terör olaylarının sürdüğü bir ortamda enformatik bir değere bile sahip olmayabilir. Dolayısıyla modernleşmenin meydana gelmesi, toplumsal şiddetin azalması anlamına da gelmez, hatta bunun çok özel bir biçimi olan "kentle irtibatlı siyasal şiddet"in (Keleş, Ünsal, 1982) daha da artmasına bile yol açabilir. Güneydoğu özelinde ânî ve önceden planlanılmamış göçte bu siyasal şiddeti besleyen değişik, özel faktörler de vardır. Örneğin, böyle bir göçe maruz bırakılmış olmaktan dolayı mensubiyet hissinde meydana gelen ilk oluşumun, merkezî devlete karşı bir küskünlük olarak ifade edilmesinin başatlığı bunlardan biridir. Diğer yandan Türkiye'nin pek çok yerindeki nüfus hareketliliğinde, özellikle büyük şehirlere göçte, kırdan tam kopmama durumu sözkonusuyken, buradaki göçün topyekûn gerçekleşmiş olmasından dolayı arkada bir şey bırakmayan bir çeşit "kopuş" olarak tecrübe edilmesi de diğer bir özelliktir. Bütün bu durumların yol açtığı psikolojik ve sosyo-ekonomik sorunlar, kentlerin de siyasal şiddeti potansiyel olarak besleyen (Keleş, Ünsal, 1982: 30 vd) diğer faktörleriyle bir arada düşünüldüğünde, Güneydoğu'da terör ile modernleşme arasındaki ilişki açık bir biçimde görülebilir.
Açıkçası, Güneydoğu'da meydana gelen durum için kolaylıkla "terör modernleştirir" yargısında bulunmayı fazlasıyla mümkün kılacak veriler mevcuttur. Ancak tekrarlamak gerekirse, bununla modernleşmenin iyi veya kötü birşey olduğu yönünde bir yargıda bulunmak gerekmiyor. Çünkü şu âna kadarki bulgular ortaya koyuyor ki, terörün dolaylı veya dolaysız bir sonucu olarak meydana gelen zorunlu ve ânî göç, geleneksel ve merkezin kayıtları dışında kalmış bir cemaat yapısından, merkezî yönetimle her geçen gün daha da bütünleşen bir toplumsallaşmaya doğru seyretmektedir. Yakın Ertürk de Doğu'nun modernleşmesinden söz ederken, konuyu "ulusal bütünleşme" çerçevesinde almaktadır. "Doğu'nun modernleşmesinden söz ederken, en geniş anlamıyla, bu bölgenin pazar ekonomisiyle bütünleşmesi ve devletin —ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel kurumları aracılığı ile— egemenliği altına girmesi olgusu ifade edilmekte" (Ertürk, 1990: 201-2) olmasına dikkat çeken Ertürk, bu sürecin aynı zamanda cinsiyet ayrımına dayalı bir doğaya sahip olduğunu da vurguluyor. Ona göre "Ulusal bütünleşme" olarak niteleyebileceğimiz bu süreçte devlet askerî ve siyasal araçlardan yararlanır. Bu araçların her ikisi de cinsiyete dayalı bir yapılanma getirmiştir. Merkezî bürokrasinin diğer yerel örgütleri de —eğitim, sağlık, kredi, yayım çalışmaları vs.— erkek egemen yapıyı koruyucu nitelik taşıdığından erkeğin ait olduğu bir kamu (public) alanı ile kadının ait olduğu özel (private) alan gerçeklik kazanmaktadır" (age: 202). Modernleşmenin toplumsal düzeydeki en önemli tezahürlerinden birinin de büyük ölçüde kamusal alanla özel alan arasındaki ayrımın kurumsallaşması olduğu biliniyor (Habermas, 1997: 60). Kuşkusuz ayırımın, modernleşme süreci boyunca birinin (yani kamusal alanın) lehine işlediği görüldüğünde, ona tekâbül eden erkek egemenliğini de daha fazla pekiştiren bir işlevi yüklendiği de görülebilir. Esasen, bütün bir söylemin kendi içindeki eklemlenme işlemleri, daha genel bir hegemonyanın tesisine hizmet eder. O yüzden daha fazla modernleşmenin daha fazla kadın hakkı getireceğini söylemek mümkün değildir. Aksine, modernleşmeyle birlikte kadının ikincil konumu daha rafine ve daha şehirli bir nitelik kazanır. O yüzden kadının değişen rollerine paralel olarak kazandığı bazı konumların, bu hiyerarşinin işleyişini yumuşattığı söylenebilir ancak.
Dolayısıyla, göçün ardından ulusal bütünleşme sürecine girmek yoluyla modernleşmek demek ne yeni şehir yapılarıyla sorunsuz bir uyum içerisinde yaşamaya başlamak ne de kadın hakları açısından zorunlu bir iyileşmenin sağlanması demek değildir. Buna rağmen kadının modernleşme sürecinde önemli bir rolü ve bu role özel bir talebi ve isteğinin de bulunduğu ayrı bir gerçektir. Şehir hayatına adeta atılarak giren ve bu yolla modernleşme sürecine de girmiş olan kadın, yolda kurulan göçün bütün yüklerini de taşır, buna mukabil modernleşmenin en önemli taşıyıcı aktörü olarak özenle kurulur. Çünkü sağlık ocakları gibi modern kurumlarla teması ilk kuran kadın olmaktadır. O yüzden kadının erkeğini bile (eğitecek şekilde olmasa bile) yönlendirecek şekilde eğitilmesi gerekmektedir.


4- NÜFUS POLİTİKASINDAN NÜFUS EKONOMİSİNE

Burada bütün modernleşmeyi "nüfus" kavramının işleniş düzeyine indirgemek gibi bir duruma düşmüş olabiliriz. Kuşkusuz Foucault'nun nüfus kavramındaki gelişmenin ve nüfusun bir planlama haline gelmiş olmasının modernleşme sürecindeki katkısı üzerine söyledikleri yabana atılacak cinsten değil. Ama tabiî ki modernleşmeyi sadece nüfus kavramındaki bu gelişmeye indirgemek doğru değildir. Burada sadece Güneydoğu'daki göçün en çarpıcı yanının bu olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Bu vesileyle göç etmeden önceki halleriyle pek çok vatandaşın nüfus kayıtlarının bulunmadığı veya çok sayıda çiftin de resmî nikahının bulunmadığını kaydetmek gerekiyor. Bu konuda Siirt Valiliği'nin hazırlamış olduğu istatistiklere göre, 1997-98'deki iki yıllık bir özel çalışma içerisinde il genelinde resmî nikahsız olduğu tespit edilen 3596 çiftin resmî nikahının kıyılmış; doğum kaydı bulunmayan 16016 kişinin de doğum kaydının yapılmış olduğunu kaydetmek yeterince ilginç olacaktır.
Nüfus alanındaki bu gelişme, modernleşmenin yukarıda anlattığımız boyutunu daha iyi anlatmak için iyi bir vesiledir. Şöyle ki: Ulusal bütünleşmeyle ilgili millî lügatçenin bir çeşit "toplumsal hijyen" ideolojisi altında gerçekleşmiş olduğuna değindik. Ama sağlık kavramından başka ekonomik bir metaforla da nüfus konusundaki duyarlılık açıklanabilir. Modernleşme yolculuğunda belli bir mesafe katetmekte olan bir ülke, nüfusun önemli bir kısmını kayıt altına almış, toplumsal alandaki her şey gibi nüfus alanını da belli bir planlamaya tâbî tutmuş demektir. Esasen modern ülkeler, Giddens'ın da çok güzel ortaya koyduğu gibi hiç bir şeyin kontrol dışı olmadığı yüksek düşünümsellik düzeyleriyle karakterize edilirler (Giddens, 1991). Bu durumda, ülkenin belli bir yerinde sürekli olarak kontrol edilemeyen ve toplumsal nüfus ekonomisine sürekli "kara nüfus" gönderen bir alanın varlığının bir modernleşme politikasının son derece duyarlı olacağı bir alan olduğu açıktır. "Kara nüfus" kavramı, ekonomideki "kara para"dan mülhem bir deyimdir. Toplum içerisinde, planlamacı bir bakış açısından bir çok yönüyle kara paranın gördüğü işlevi görür. Kuşkusuz metafor, bir anlam taşıyıcısı olarak benzetildiği nesneye birebir uymak zorunda değildir. Ama "nüfus kara"lığı hesaplanmayan ve bir bakıma kaynağı üzerinde belli bir denetimin bulunmadığı bir yerden gelen bir nüfus devalüasyonuna işaret eder. Topluma hesaplanmayan bir nüfus girdiği zaman bu, hesaplanmış nüfus için hesaplanmış toplumsal tedbirleri yetersiz kılar. Toplumsal denetim sistemlerinde bir zaaf yaratır ilh.
Türkiye gibi millî kimliğin sâfiyeti konusunda son derece duyarlı; mîsâk-ı millî sınırları içindeki toplumsal bünyenin tek bayrak, tek dil, tek kültür şeklinde tezahür edebilmesi için Tevhid-i Tedrîsât gibi bir eğitim politikası ve uzun süre Tek Parti üzerinden unitarist siyasal refleksler geliştirmiş olan bir ülkede, sözkonusu nüfus kaynağının sadece nüfus kayıtlarına geçmemiş bir nüfusu değil, aynı zamanda, tek dil ve tek kültüre de alabildiğine yabancı bir nüfusu toplumsal bünyeye sokan bir çeşit enfeksiyon kaynagı olarakg örülebileceğini ayrıca gözönünde bulundurmak gerekiyor. Sözkonusu nüfus kaynağı millî kimlik standartlarını da tahrif edecek şekilde farklı bir dil ve renk ile toplumsal alana destursuz bir giriş yapmaktadır. Gerçekten de 30 yaşın üstündeki kadınların % 90'ı, erkeklerinse neredeyse üçte birinin Türkçe'yi bilmediği; bilenlerinse çoğunun yarım yamalak bilip konuştuğu bir alan, merkezî devletlerin kitle toplumu şartlarını haiz olmaktan uzak olurlar.
Gerçi bu kayıt-dışı nüfusun Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, devletin bütün merkezîleşme ve türdeşleşme arayışlarına rağmen varlığını bu hâliyle sürdürdüğü de biliniyor. Bu nüfusun şu âna kadar sistemin bu istemlerine rağmen ciddi bir sıkıntı oluşturmamış olduğu bile söylenebilir. Hatta denilebilir ki, sistem, bu ikili nüfus ekonomisini kendi nüfus dinamiğini oluşturmak açısından işlevsel kılmış bile olabilir. Bu, tıpkı kara paranın bütün olumsuz özelliklerine rağmen (ekonomiye verdiği ânî dopingin güvensiz bir ortam yaratması; vergilendirilemiyor olması; ânî para girişi yoluyla piyasayı karşılıksız bir biçimde hareketlendirmesi; üretime dayalı gerçek ve öngörülebilir ekonomi dengesini bozması vs. özelliklerine rağmen), yine de ekonomik sistemlerin çoğunun gayr-ı resmî yollardan akına karasına bakmadan parayı talep etmeleri gibi bir durumdur. Gerçekten de "kayıt dışı ekonomi"yi kayıt altına alma yönündeki her girişim, üretim piyasalarında ciddi krizlere yol açmakta, ekonominin dengelerini altüst etmektedir. Çünkü ekonominin kolay kontrol edilemeyen bir tabiatı vardır ve bu tabiatı dolayısıyla kendi işlevselliğini kanıtlamış belli alanların kayıt dışı kalmalarına göz yumulması gerekebilir. Nüfusun da kendine has ekonomik seyri içerisinde, modern devletin bütün kontrol edici ve kayıtlayıcı söylemine rağmen, bunun üzerine söylemle mütekabil bir kararlılıkla gidilmemesi, çoğu zaman bu alanın sistemle eklemlenmiş doğasından kaynaklanıyor. Burada köyden gelen taze emek stoğunun emek pazarı üzerindeki etkileri yoluyla kapitalizm açısından ne kadar işlevsel olduğu yönündeki Marksist literatüre sadece bir değinmekle geçelim. O kadar ki, Çağlar Keyder, Türkiye'de son zamanlarda az da olsa rastlanmaya veya telaffuz edilmeye başlanan "geriye göç" hadisesinin kapitalizmin krizine de işaret etmekte olduğuna dikkat çeker. Çünkü emek pazarında emeğin devalüasyonunu sağlayan kırsal nüfus kaynağının kuruması ve kapitalizmin giderek ciddi bir ucuz emek ihtiyacına girmesi ihtimali sözkonusudur (Keyder, 1996).


5- NÜFUS EKONOMİSİNDEN SİYASAL TIBBA

Ne var ki, kapitalist sistem açısından işlevsel olan, ulusal devletin siyasî refleksleri açısından çok işlevsel veya değerli görülmeyebilir. Nitekim, modern devletin kontrol ve denetleme sistemleri aracılığıyla işleyen iktidar istenci, kayıt dışı nüfusun kayıt altına alınması yönünde bir arayış içerisinde olacaktır. Çünkü kayıt dışı nüfusun bütün etkisi sadece ekonomik olmamakta, bunun modern bir devlet içerisinde kolay hazmedilemeyecek kültürel ve siyasî-tıbbî sonuçları da olmaktadır. Siyasî tıp, toplumsal hijyeni ve sağlığı gözeten bir duyarlılığa dayanarak iktidarı alabildiğine mufassal olarak ve her alanda uygulamayı arayan modern bir duyarlılıktır. Güneydoğu özelinde, Türkçe bilmeyen, Türkiye Cumhuriyetinin gözettiği vatandaşın kültürüne son derece uzak bir nüfus kaynağının toplumsal hijyeni tehdit edici boyutları, toplumsal bünyenin buna karşı kendi antikorlarını üretmesini sağlayacaktır. Bu tedbirler paketi, her zaman bu dil içerisinde ifade edilmez. Ama mutlaka şu veya bu yolla kendini meşrulaştırır. Siyasal tıp söylemi bu meşrulaştırmanın en önemli araçlarından birini oluşturur. Bunun mekanizmaları ve nasıl işlediği daha mufassal bir irdelemeyi kuşkusuz hakediyordur. Burada sadece değinmekle yetinelim. Bu arada bu vesileyle tekrar konunun Türkiye'nin Güneydoğu'suyla sınırlı olmadığını, bilakis modernleşmenin doğal bir refleksiyle karşı karşıya olduğumuzu belirtelim.
Modernleşmenin en önemli endekslerinden birinin sağlık hizmetlerinin sayılabilir veya ölçülebilir gelişmelerindeki düzey olması fazla şaşırtıcı gelmemelidir. Hastane modern sağlık sistemlerinde hayatî bir önem sahiptir. Bu önem büyük ölçüde tıp mesleğinin, yani modernleşme yoluyla uzmanlaşmış tıbbî bilginin kurumsallaşmasını temsil eden tıp mesleğinin toplumsal iktidarını sembolize etmekten de ileri gelir. Her ne kadar Ortaçağ toplumunda ortaya çıkmış bir kurumsa da (Turner, 1987: 156), modern hastahanenin gelişimi, her şeyden önce modern toplumlardaki hastalığın karakterindeki büyük değişime eşlik etmiştir. Bu değişimin adı acil veya ânî hastalıktan kronik hastalığa geçişi de karakterize eder. Dİğer yandan modern hastahane tıbbî teknolojinin yapı ve işlevleri üzerindeki derin etkileriyle dönüşmüştür. Ayrıca, hastahane işinin doğası itibariyle bürokratik olan örgütlenme şekilleri, bütün bir toplumu da aynı prosedürle kuşatıp bir çeşit iktidarın hayatî bir organı haline gelmişken kendisi de bizatihi iktidarını kurmuştur. Aslında bir hizmet sektörü olarak sağlık sisteminin modern toplumlardaki yeri, sağlığının nasıl bir modernleşme endeksi olduğunu gösterir. ABD'de 1946'da her 67 kişiden biri sağlık kurumlarında istihdam edilmekteyken, bu sayı 1961'de her 39 kişiden bire inmiştir. Ayrıca hastahanelerde de paralel bir artış olmuştur. 1873'te 178 olan hastahane sayısı 38 yıl gibi kısa bir sürede, yani 1909'da 4359'a yükselmiştir (Turner, 1987: 158). Sağlık kurumunun, bütün insanlara ulaşması, bütün insanların sağlık durumları, beden standartları, özellikleri, hatta sosyo-ekonomik durumları üzerinde bir sınıflayıcı, tanımlayıcı ve planlamacı arşiv tutması, tıbbın başka bir yönüne daha dikkat etmemizi gerektirecek bir durumdur. Tıp, bütün bilimler tarihi içerisindeki yeri her zaman tartışma konusu olsa da (Göka, 1997: 24 vd.), özellike sosyoloji gibi bir bilimin ortaya çıkmasına büyük ve hatta ilk katkıda bulunmuş bir bilimdir de (Foucault, 1977: Turner, 1987: 9 vd.). Bu özelliği, sağlık hizmeti veren kliniklerin özellikle onsekizinci yüzyılın başlarından itibaren hastaların bütün özelliklerini bilme ve bunlar üzerinde genelleyici, bilgiler, tasnifler ve tanımlamalardan oluşan bir disiplin için temeller sağlama isteğinden gelmiştir. Foucault'nun bilgi ve iktidar arasındaki doğrusal ilişkiyi tasvir ederken sıklıkla değindiği bu özelliği, bedenin bilgi disiplinleri aracılığıyla denetlenme prosedürlerinin tasvirine dönüşmektedir. Bu arada tıbbın siyasallaşması siyasetin de tıp mantığından ciddi ölçüde bir lügatçeyi devşirmesiyle tamamlanır.
Güneydoğu'da zorunlu göçün dolaysız sonuçlarından birisi de, belli bir yaşa kadar hiç bir modern sağlık kurumuyla temas kurmamış çok sayıda insanın hastanelerle tanışması, hastahane kayıtlarına geçerek sağlık siyasetinin kapsama alanına girmesi olmaktadır. Bütün bölgelerde göçün böyle bir sonucu zaten vardır, ama denilebilir ki, orada hastanelerle tanışmak biraz daha yavaş ve tabiri caizse alışa alışa olmaktadır. Oysa Güneydoğu'da bu tanışma son derece hızlı bir biçimde olmakta ve kısa zamanda aradaki mesafenin kapanması vâkî olmaktadır. Bunun bir başka adı da "hızlı modernleşme" dir. Hızlı kentleşme, hızlı sanayileşme çok alışıldık tabirlerdir, ama muhtemelen hızlı modernleşme aynı ölçüde alışıldık gelmiyordur. Oysa Güneydoğu'da şu veya bu şekilde yaşanan, bir hızlı modernleşmedir, en önemli nedeni de kırsal kesimin terör yüzünden yerinden yurdundan âniden koparak ve şehir hayatına düşerek "nüfus"a dahil olmasıdır.
DPT'nin Tür Nüfus Yapısındaki Gelişmeler üzerine yayınladığı eserde (1986, aktaran Özer, 1998: 172), şu bilgileri okuyoruz: Türkiye'de ve GAP Bölgesinde doğurganlık oranı özellikle kadının sosyo-ekonomik ve kültürel yapısına bağlıdır. Türkiye'de bölgeler ile kır ve kent arasındaki sosyo-ekonomik farklılıklardan ötürü doğurganlık oranları da her bir bölgede farklı bir eğilim göstermektedir. Buna göre 1978'de yapılan araştırmalarda, elde edilen bulgular Türkiye genelinde kentte doğurganlık oranı 5 iken bu rakam kırsal alanda 7.3'e yükselmiştir. Batı'da 5.1 olan ortalama doğurganlık oranı Doğu ve Güneydoğu'da 8.8 olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca kendi tarlasında çalışan doğurgan çağı kadınların ortalama doğurganlık oranları 7.33 iken buna karşılık sanayide çalışan kadının ortalama doğurduğu çocuk sayısı 4.5'tir. 1990 yıllarında Türkiye genelinde doğurganlık oranı 4-5 civarına inerken, GAP Bölgesi'nde 8-9 civarında seyretmektedir. Bu durumun değişmesi büyük oranda eğitime bağlıdır" (Özer, 1998: 172).
Siirt Valiliğinin bu yöndeki, yani "nüfus politikası"nın (salt bilinen doğum kontrolü anlamıyla değil, bir topluluğun nüfus haline getirilmesi anlamıyla, dolayısıyla nüfus kadar kültür, ekonomi, sağlık ve eğitim politikası anlamıyla) uygulanması konusundaki çabalarını aktardığı raporda şu bilgilere yer verilmiş:
Türkiye'de kaba doğum hızı ortalaması binde 22.0 iken bu oran Siirt'te binde 41.3, yani yaklaşık iki katıdır. Buna karşılık kaba ölüm hızı ortalaması bütün Türkiye'de binde 6.5 iken bu oran Siirt'te binde 12.0, yani yine iki katı olmaktadır. Bebek ölüm hızı ise Türkiye'deki oranın (binde 44.2) iki katından biraz daha fazla olmaktadır (binde 90.0). Kaldı ki bunlar hastaneyle iyi kötü tanışmış olan yani en azından bir şekilde kayıtlı olan nüfustan elde edilen verilerdir. Oysa bizim yukarıdan beri dikkat etmek istediğimiz nüfus, kayıt-dışı kalabalıklardır ve bu kalabalıkların, çoğuna göre belli bir eğtimden geçirmek sûretyile bir nüfus haline getirilmesidir. Kuşkusuz bu işlem başarıldığı taktirde, oradan elde edilecek ilk veriler bu oranları daha da yükseltecek gibi görünüyor. Ama kayıt altına alınmış olması bu oranların en azından Türkiye oranlarına doğru bir yolda seyredeceği anlamına da geliyor. Kuşkusuz bu da modernliğin gerektirdiği sağlık standartlarının da aynı duyarlılıkla bölgeye ulaştırılmasıyla olabilecek bir şeydir.
Nitekim yine aynı raporda kişi başına düşen sağlık personeli açısından da Siirt'teki ortalamanın Türkiye'deki ortalamanın çok altında olduğu görülür. Rakamların yer yer on katına kadar çıktığı gözönünde bulundurulduğunda, temel sağlık göstergeleri açısından Siirt olması gerekenden daha yukarıda bile görülebilir. Çünkü hekim başına düşen nüfus Türkiye'de ortalama 929 iken Siirt'te bunun yaklaşık dört katıdır (3528). Diş hekimi başına düşen nüfus ise Türkiye'deki ortalama Siirt'tekinin 12 katıdır (48687). Yani her 48687 kişiye ancak bir diş hekimi düşmektedir. Bu açık, bir miktar hemşire, ebe ve sağlık memuruyla gideriliyorsa bile burada bile yine oran yaklaşık iki katıdır. Ebe Başına düşen nüfus, Türkiye'de ortalama 1718 iken, Siirt'te bu rakam 2968'dir. Hemşire başına düşen nüfus Türkiye'de ortalama 1087 iken Siirt ilinde 2318'dir. Yİne Sağlık Memuru başına düşen nüfusun Türkiye ortalaması 1986 iken Siirt'te bu nüfusun ortalaması 3688'dir. Bu rakamlar, klasik bir Doğu'nun geri kalmışlığı edebiyatı içerisine kolaylıkla sığdırılabilir. Hatta Ahmet Özer'in yaptığı bir karşılaştırmayla, Türkiye'nin en büyük zenginlik kaynakları oğu ve Güneydoğu'da olduğu halde bu bölgeye verilen teşviğin, batıdaki bir tek otele verilen teşvik kadar bile olmadığına dikkat çekerek bir tür bölgesel ayrımcılığa dikkat çekilebilir (Özer, 1998). Kuşkusuz böyle bir yaklaşımı yerden göğe kadar haklı çıkaracak göstergeler vardır. Ancak ayrımcılğın en yüksek noktasında bile hiç bir modern devletin kaçınamadığı veya kaçınamayacağı bir nüfus siyaseti vardır ve bu siyaset modernleşme projesinin bizzat kendisidir. Bu sürecin kaçınılmaz bir sonucu olarak yukarıdaki endeksler, Türkiye'nin genelini yaklaşık aynı mesafeden bile takip etse, Türkiye'nin genel ortalamasıyla birlikte hep bir yükseliş trendi içerisinde olma yoluna girmiştir. Bu takibin bir yanı da, Siirt Valiliği'inni raporunda belirtilen şu arayışları, ilk planda gözetecektir: "Aşılama hizmetleri alanında başarılı çalışmalar yapılmakla birilkte, Aile planlaması konusundaki çalışmalar kalifiye eleman yokluğu ve başka sebeplerle yetersiz kalmaktadır. Hap ve kondom gibi yöntemlerin, yöre kadınının eğitim-kültür düzeyinin düşük olması nedeniyle etkin kullanımı mümkün görülmemekte ve aile planlamasında etkili yöntem olarak kullanım kolaylığı açısından RİA uygulamasına ağırlık verilmesi gerekmektedir. Ancak ilimizde 1997 yılı içinde RİA kullanım oranı % 2'nin altında kalmıştır" (Siirt Valiliği, 1999a: 3).
Bu çerçevede Siirt Valiliğine bağlı Sağlık Müdürlüğünün il genelinde 7 doktor ve 25 hemşireden oluşan sağlık ekibinin düzenlediği sağlık çalışmalarında 49.763 kişiye genel sağlık, çocuk bakımı, genel hijyen, ilk yardım, çevre sağlığı, çocuk gelişimi konularında; 17.145 kursiyere aile planlaması konusunda eğitim verilmiş; 1899 kişiye yörenin sosyo-kültürel düzeyi itibarı ile etkili bir yöntem olarak RİA uygulaması yapılmış; RiA uygulayabilen personel sayısı yetersiz olduğundan, bu konudaki talep "Sağlık Bakanlığına" ve Aile Planlaması ile ilgilenen "Özel Kadın Dernekleri" ne ulaştırılmış; Aşı çalışmalarında hedef nüfusun ortalama % 98'ine ulaşılmıştır. Aşılama çalışmaları olarak da 7811 çocuğa difteri, boğmaca ve çocuk felci; 6783 çocuğa kızamık; 4066 bebeğe verem ve 1995 anne adayına da gebe tetanozu aşısı uygulanmıştır (Siirt Valiliği, 1999b).




6- TOPLUMSAL KALKINMA PROJELERİ (TOKAP)

Bu proje, Siirt Valiliğinin, Güneydoğu'da 1984'ten bu yana başlamış bulunan hızlı göç olayının bölge şehirlerinde yarattığı hızlı kentleşme sorunlarına devlet olarak bir karşılık verme düşüncesinden doğmuş. Aslında bölgenin başka hiç bir ilinde bu çapta bir proje çalışması yoktur. Kuşkusuz bölgenin bütün valililklerince köyden gelmiş insanlara "devletin şefkatli eli" ni sağlık, eğitim, ekonomik ve kültürel alanda götürme yönünde bir takım çalışmalar yapılmaktadır. Ama hiçbirisi Siirt Valiliğinin düzenlemiş olduğu çapta ve bu örgütlülükte bir çaba ortaya koymuş değildir. Esasen, bu çabaların devletin buradaki faaliyetleri bir tür "pilot bölge faaliyetleri" olarak düşündüğü, başarılı olunduğu takdirde bunu her tarafa yayacağı yönünde halkın arasında fısıltıyla gezinen dedikoduyu bizzat Valiye soruyoruz. Vali "kesinlikle böyle bir şey yoktur" diyor. "Bu tamamen bizim kendi kendimize, vatana hizmet aşkıyla neler yapabiliriz düşüncesiyle yürüttüğümüz arayışın sonucunda şekillenmiş bir proje" diyor. "Tamamen bizim fikrimizin mahsulüdür. Devletin bu projeye muhtemelen tek katkısı buna engel olmamış olmasıdır" diyor. Peki nedir Toplumsal Kalkınma Projesi? Şimdi bunu görelim ve bir devlet refleksinin nerelerde ortaya çıkabildiğinin ve nerelerde de ortaya çıkamadığı hakkında bir fikir edinmeye çalışalım.
Bölgenin, terör nedeniyle hızlı göç sonucu oluşmuş bulunan kültürel, ekonomik, sağlık, nüfus ve vatandaşlık durumu hakkında yapılan değerlendirmeler üzerine Sİirt Valiliği il çapında kadın ve eğitim merkezli topyekûn bir Toplum Kalkınması Modelinin oluşturulması ve uygulanması gerektiği kanaatine vararak, Aralık 1997 tarihinden itibaren "Toplum Kalkınması Modeli, Bayanların Eğitim, Sağlık ve Sosyal Statülerini Geliştirme Projesi" hazırlayarak uygulamaya başlamış. Bu projenin oluşturulma ve uygulanmasında gözetilen amaçlar şu şekilde sıralanıyor:

1. Onbeş yıldır bölgemizi kasıp kavuran ve ülkemizin kanayan yarası durumundaki bölücü terörün kahraman güvenlik güçlerimizin çabaları sonucu alevi alınmış olmakla birlikte, tamamen bittiği söylenemez. Bu yangının kalan közleri en ufak bir rüzgarda tekrar alev almaya müsaittir.
Bu közler ... eğitimsizliktir. Köyden göç eden vatandaşlarımızın kente ve ulusal bünyeye tam entegre edilememesidir. Sağlıklı bir aile planlamasının uygulanmamasıdır. Dil, tarih ve kültür birliğimizi sağlayan eğitim sürecinin tamamlanmamasıdır.
Bölücü terörün ortaya çıkardığı yangının artık soğutma işleminin yapılması; yöre insanımızın yaşadığı şoktan çıkarılması, üretim sürecine sokularak çekilen sancıların yok edilmesi ve bölge insanını Atatürk'ün aydınlık yolunda birleştirerek cehaleti, cehaletin yarattığı sefaleti ve ikisinin ortaya çıkardığı ihaneti yok ederek ulusal bütünlüğümüzün sağlanması, bu çalışmada birinci önceliğimiz olmuştur
.
2. Ülkemizde değişik zaman ve platformlarda bölgesel ve kırsal kalkınma açısından modeller öngörülmüş, ancak bu modeller genelde ekonomik göstergeleri ve gelişmeleri hedeflediği için, ilimiz ve bölgemiz açısından istenen sonuçlara ulaşamamıştır. Çünkü, işin sosyal ve eğitim boyutuna, özellikle de kadın eğitimine gereken önem verilmemiştir. Cumhuriyetin 75. yılını kutladığımız 1998 yılında binlerce kişinin resmî dilmizi kullanamamaları, okuma-yazma bilmeyen bir çok kişinin varlığı ve okullaşma oranının düşük oluşu bizi bu çalışmaya iten ikinci neden olmuştur.
3. Siirt GAP kapsamında olmasına rağmen, coğrafî konumu ve kırık arazi yapısı nedeniyle, GAP'ın nimetlerinden ve özellikle de tarım ve sulama sektöründen en az yararlanacak olan ilimizdir. Ancak, sanayi ve diğer alanlarda GAP Bölgesinde meydana gelecek tarımsal ve sınaî üretim artışı nedeniyle eğitilmiş (kalifiye) insan gücüne ihtiyaç duyulacaktır.
4. Cumhuriyetimizin 75. yılında, Aziz Atatürk'ün Türk Kadınına yüklemiş olduğu misyonu hatırlayarak Cumhuriyet Kadınını çağdaş, eğitimli, kültürlü, üretken, bilinçli, duyarlı, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı ve saygılı hale getirmek yoluyla ulusal kalkınmada kadın ve erkeğin eşit görev ve sorumluluk yüklenmesinin sağlanması zarureti ... (Siirt Valiliği, 1999b: 3-4)

Buradaki bütün bir iradenin basit bir devletin asimilasyon çabası olarak görülmesi mümkün değildir. Bu, yukarıdan beri sözünü etmeye çalıştığımız, modernleşme sürecinin ulus-devlet iradesinde tecessüm etmeyi arayışıdır. Bu arayış, kadının bir vatandaş olarak tanımlanıp inşâ edilmesi ve nasbedilmesine öncelikli bir önem verecektir. Çünkü kadın bedeni, çağdaş devletin önemli bir siyasal sembolizminin döndüğü bir alandır. O sadece kendi bedenini temsil etmiyor, bizatihi modernleşmenin açıldığı bir alanı sembolize eder. Kadının toplumsal hayata bir özne olarak girişi, modernleşme sürecinin de uygun taşıyıcılar bulması anlamına gelmektedir. Denilebilir ki, modernleşme kadının karnında büyür. Burada görülmesi gereken şeylerden biri, modern devlet iradesinin yaygın tezahürü. Yani burada valinin merkezî yönetimden bir talimat almadan kendisine verilen yetki alanında kendine yaratıcı muhayyilesiyle vazifeler ihdas edebilmesi. Ancak ihdas edilen ve merkezî olmayan bu insiyatif kullanımı, bu arayış, sonuçta devletin merkezîliğini daha da pekiştirecek eylemleri buluyor. İkincisi, bu iradede tezahür eden modernleşme ruhunun acil sorununun, kadının yüksek bir eğitim seviyesine çıkarılması veya gerçekten de feministleri memnun edecek bir eşitlik seviyesine yükseltilmesi değil, RİA uygulamasının % 2 seviyesinin üstüne çıkarılabilmesi, nüfus planlamasında gözle görülür somut bir mesafenin kaydedilebilmesidir. Diğer yandan kadının doğurup yetiştireceği çocukların kültürel uyumuna en azından engel olmayabileceği, biraz daha fazlasında bu uyumu kolaylaştırabileceği bir bilinç seviyesine ulaştırılmasıdır. Bunun için gerekli olan basit bir ideoloji vardır. Bu ideolojinin taşındığı başlıca aygıtlar, televizyon, radyo ve bir takım sosyal mekanlardır. Siirt Valiliği, bu kızların birçoğunun okul sürecinden geçmediğinin farkındadır. Gerçi, bundan yaklaşık 10 yıl önce Kürtçe konuşmanın serbest bırakılmasını savunan dönemin başbakanı Turgut Özal'a itiraz edenlere kendisinin büyük bir özgüvenle verdiği cevapta belirttiği gibi, televizyon denen aygıt buralarda bile kimsenin yerel bir dili aramayacağı, kendiliğinden bir kültürel türdeşleşmeye, veya bunun bir diğer adı olan kitle toplumuna yeterince yol açmaktadır. Ancak bu kendiliğinden sürecin başka yollarla desteklenmesi, Muharrem Sevil'in "modernleştiriciler" dediği (1999) bürokratik müdahaleler bu süreci kuşkusuz hızlandırır. TOKAP projeleri yoluyla bir araya gelen kızların sosyalizasyon sürecinde bu ivme yeterince alınmaktadır. Nitekim sunuş metninde belirtilen Projenin stratejileri bu açıdan yeterince ilginçtir:

1. Ülkemizde, yaygın eğitim alanında Halk Eğitim Merkezleri ve Çıraklık Eğitim Merkezleri gibi kurumlarımız çok verimli hizmetler sunmaktadır. Ancak bu eğitimler, önceden belirlenen ve genelde de şehir merkezinde bulunan binalarda verilmekte, ve kursiyerlerin bu merkezlere gelmesi beklenmektedir. Oysa, kenar mahalle insanı kent merkezindeki kurslara gitmekte ürkek davranmakta, bu ise geniş halk kitlelerinin yaygın eğitimden yararlanmasına çok fazla fırsat vermemektedir.
Tarafımızca hazırlanan bu projede ise, önce kursiyerlerin nerelerde bulunduğu ve nerelere gelebileceği, alan taraması ile tespit edilmiş, varsa yakınlarındaki okulda kurs açılmış, yoksa onlara en yakın ev kiralanmış veya bizzat kendi evleri kurs yeri olarak kullanılmıştır. Bu da varoşlarda yaşayan geniş halk kitlelerinin kurslara katılımına imkan sağlamıştır.
2. Bir ışıkla karanlığın boğulamayacağı, on bin ışıkla karanlığın boğulup, aydınlığın egemen olabileceği varsayımından hareket edilmiş ve kurs sayısı ile kursiyer sayısının yüksek olması sağlanarak bu kurslarla topluma vermek istediğimiz değerlerin moda haline gelmesi ve tüm toplumu sarması hedeflenmiştir.
3. Kurslara katılımını beklediğimiz kitlenin eğitim-kültür düzeyinin yanında ekonomik durumu da düşük olduğu için Devletimizin müşfik eli olan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarının imkanları kursların cazibesini artırmak için kullanılmıştır.
4. İşsiz lise ve dengi okul mezunu genç kızlarımızın atıl işgücü değerlendirilerek genç kızlarımızın projede 10-15 milyon TL. ücretle öğretici olarak görev alması sağlanmış, bu suretle zirai ve sinai alanda toplu istihdam imkanı hemen hiç olmayan ilimizde, küçük çaplı da olsa 400 kişinin istihdamı sağlanmıştır.
5. Halk Eğitim Merkezi Müdürlüklerinin halen yürürükte olan müfredatlarının yanında, başta Aile Planlaması, Anne ve Çocuk Sağlığı, Çevre Sağlığı, Resmî Dilimiz Türkçe'nin doğru ve düzgün kullanımı, Nüfus ve Vatandaşlık ilişkileri vs. gibi konulara da öncelikle yer verilmiş ve bu konuda başta milli Eğitim Müdürlüğü olmak üzere İl Sağlık Müdürlüğü, Tarım Müdürlüğü gibi Kamu kurum ve kuruluşlarının her türlü imkanı bu kurslar için seferber edilmiştir.
6. Devletimizin her türlü desteğinin yanında, Ulusal yardımlaşmaya fırsat tanınmış, Sivil Toplum Örgütlerine Basın Kuruluşlarına, Resmî, Özel ve Tüzel kişilere proje gönderilmiş ve buralardan maddi ve manevi destekler gelmiştir. Bu desteklerle birlik ve beraberliğimizin pekişmesi hedeflenmiştir (age: 4-5).

Amaçların bu şekilde zikredilmesinin hemen arkasından bu projeden alınan sonuçlar zikredimektedir. Bu sonuçlar, kuşkusuz, Valilik bakışaçısıyla tespit edilmiş olan sonuçlardır. Bunun halk katında nasıl karşılandığı üzerine gerçek işaretler almamız şu anda mümkün değildir. Ama bu hâliyle bile, yukarıda modernleşme iradesinin bir iktidar iradesi olarak nasıl işlediğini gösteriyor. Halk katında veya eğitilen kitleler üzerinde bunun nasıl bir etkisi olduğunun gerçek tespiti, kuşkusuz, öğrencilerle derinlemesine mülâkatlarla mümkün olacak bir şeydir. Bİr sonraki bölümde, TOKAP kurslarına devam etmekte olan kızlarla yapılan anketler ve bu anketler esnasında yapılmış mülâkatlardan izlenimlerimizi aktarmaya devam edeceğiz. Şimdi yine Valiliğin raporunda, sözkonusu projenin alınmış olduğu farzedilen sonuçlarının nasıl anlatıldığına bakalım:

Örgün Eğitim Alanında:
Kurs kayıt çalışmaları esnasında okul çağında olup da okula devam etmeyen öğrencilerden çoğunluğunu kızların oluşturduğu yaklaşık 12 bin çocuğun kendileri ve velileri iknâ edilerek, önlük, kitap, kırtasiye ve diğer ihtiyaçları Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfınca karşılanmak sûretiyle okullara kaydı yapılmıştır.
Yaygın Eğitim Alanında:
1. Projenin ilk yılında 652 kursta 11.631 kurisyer eğitime alınmış, ikinci dönemde açılan 893 kurs ve 14.896 kursiyer ile okuma-yazma, el sanatları, sağlık, aile planlaması, ev ekonomisi, halıcılık, kilimcilik, giyim, trikotaj dallarında açılan kursların toplamı 1545'e ulaşmış, eğitime alınan kursiyer sayısı 26527'yi bulmuştur.
2. TOKAP Projesinin başlangıcında, Türkçe'yi bilmeyen veya yeterli düzeyde kullanamayan bir çok kursiyerimizin iyi derecede Türkçe konuşma ve anlamaya başladığı müşahede edilmiştir.
3. Projenin son aşamasında, kursiyerlerin istihdamına yönelik faaliyetler hedeflenmiştir. Ancak ilkokul mezunu olan ya da eğitim-kültür düzeyi belli bir aşamada olan kursiyerlerimiz için başta biçki-dikiş olmak üzere trikotaj, halıcılık, kilimcilik ve el sanatları dallarında kurslar açılmış, bu kurslara devam eden kişi sayısı 6392'ye ulaşmıştır.
Nüfus müdürlüğünce
İl genelinde resmî nikahsız olduğu tespit edilen 3596 çiftin resmî nikahı kıyılmış, doğum kaydı bulunmayan 16016 kişinin doğum kaydı yapılmıştır.
Kültür Alanında
Sosyalleşmede önemli yeri olan eğlencenin, tiyatronun, sinema ve müziğin yadsınamaz oluşundan yola çıkılarak, projenin başından bu yana sosyal ve kültürel faaliyetlere ağırlık verilmiş, bu kapsamda:
1. Proje kapsamında Siirt Valiliği bünyesinde kurulan (SİSKAV) "Siirt İlim, Spor, Kültür ve Araştırma Vakfı"nca Türk Sanat Müziği Korosu, Folklor grubu ve Tiyatro grupları oluşturulmuştur. Türk Sanat Müziği korosunca anlamlı gün ve gecelerde konserler verilmiş, Tiyatro grubunca hazırlanan ve yöre kadınının eğitimide önemli bir yeri olan "BERDEL" adlı oyun, il genelinde yaklaşk 20 bin kişiye sunulmuştur. Hâlen "Ayşe'nin Dünyası" adlı oyunun sahneye konma çalışmaları devam etmektedir.
2. Program dahilinde tüm kursiyerlerimiz için müzik öğretmenleri ve mahalli sanatçılarımızın organizesinde matineler düzenlenmiştir. Bu matinelere kursiyerler ve akrabaları olmak üzere yaklaşık 15.000 kadın iştirak etmiştir.
3. Dünya Kadınlar Günü, Anneler Günü, Aile Haftası ve bunun gibi kadını ilgilendiren önemli gün ve haftalarda bizzat kursiyerlerimiz tarafından sazlı sözlü eğlenceli anma günleri düzenlenmiş, katılımın beklenenin üzerinde oluşu Siirt'li kadının sosyal statüsünün yükseldiğinin bir göstergesi olmuştur.
4. Matineler dışında kapalı spor salonnuda TRT Genel Müdürlüğünce gönderilen ses sanatçıları ve Mahalli sanatçılar tarafından kursiyerlerimize toplu olarak konserler verilmiştir.
5. Her türlü eğlenceye ve sosyal faaliyete kursiyerlerimiz bizzat kendileri iştirak ederek kendi içlerinden halk müziği korosu, folklor grubu ve tiyatro grupları oluşturmuşlardır.. Bu gruplar zaman zaman hem kursiyerlere hem de Siirt halkına faaliyetlerini sergilemektedir.

Bütün bu yapılanların yanısıra, şifahen öğrendiğimize göre, tüm kursiyerlere yerel sanatçılar tarafından, periyodik olarak, öğretmen evi düğün salonu ve ilçe merkezlerinde eğlence matineleri düzenlenmekte ve kursiyerlerin büyük bir çoğunluğunun katılımı sağlanmaktadır. Bu vesileyle eğlence matinesine bir kez gelen kızlar, her şeyden önce şehirli giyim-kuşam ve davranış kültürünün çekim alanına girmiş oluyor. Bu arada yine valiliğin organizesi ile ülkenin sevilen pop müzik gruplarından AYNA grubu başta olmak üzere yukarıdaki maddelerde de zikredildiği gibi TRT sanatçıları ve yerel sanatçılar tarafından muhtelif tarihlerde şehrin Atatürk Stadpuunda kursiyerlere yönelik olarak ücrütsiz bir çok konser düzenlenmiş. Bu kurslara, kursiyer kızların büyük bir çoğunluğu katılmak sûretiyle İzmir'de veya Ankara'daki herhangi bir konser salonunda sergilenen popüler kültür davranışları sergilenmiş, kültürel bütünleşmenin en azından bu boyutu başarıyla sağlanmıştır. Yine bir organize faaliyet olarak Cumhuriyetin 75. yıl dönümü kutlamaları nedeni ile proje çerçevesinde kursiyerlerden oluşturulan tiyatro grubu, folklor ekibi, halk müziği korosu gösteriler sunmuş; ilk defa heykelcilik alanında önemli eserler vücuda getirilmiş, bu eserlerle de Cumhuriyet Eserleri Müzesi kurulmuş. Sporun birleştirici, insanları kaynaştırıcı vasfına sıkça atıfta bulunularak il genelinde 5 semt sahası açılarak hizmete sokulmuş ve bu kapsamda çeşitli spor dallarında dereceye giren sporculara para ödülleri verilmiş, tüm sporculara eşofman, forma, spor ayakkabısı vb. spor malzeme yardımı yapılmıştır.
Siirt Valiliğnin yayınladığı raporda da zikredilen bu faaliyetler şu başlık altında sunulmaktadır : "Eğitim ve Devletin Sesini Duyurma." Kuşkusuz, Valilik işin âsâyiş kısmıyla bir miktar daha fazla ilgilidir. Bu, bölgede sıcak bir fenomen olarak ortada duran terörün âcilen dayattığı bir anlayıştır ve bunu anlamak mümkün. İşin diğer bir yönü, bu faaliyetlerin hiçbirisi olmasa bile, küreselleşmenin Hakkari'sini, Eruh'unu, Şemdinli'sini ayırdetmeyen yayılımının buralara da bir şekilde nüfûz edeceğiydi. Bu, birilerinin âsâyiş kaygısından da bağımsız olarak, salt metalaşma süreci ve kapitalizmin önü hiç bir şekilde önlenemeyen kâr güdüsü yüzünden olacaktır. Valilik üstüne aldığı bu vazifeyle süreci bir şekilde hızlandırmıştır belki, ama manzarayı, bölgedeki diğer illerdekinden, örneğin, Batman, Diyarbakır, Van, Bitlis gibi illerdekinden, radikal anlamda farklılaştırmış olduğunu söylemek çok zor. Valilik devletin sesini duyurma çabasında, çünkü o yönde ciddi kaygıları var. Hedeflediği nüfus, aynı zamanda terörün de hedef nüfusudur ve bu çabalar sayesinde onların kazanılmasını sağlamaya çalışmaktadır. Tarkan dinleyen gençlerin artık Şiwan Perwer dinlemeyeceği, Şİwan dinlemeyenlerin artık teröre de sempati duymayacakları yolunda naif bir beklentiyle hareket etmektedir. Oysa yaptığımız anketler ve gözlemler şunu net bir biçimde ortaya koydu, genç erkekler aynı anda, hem (kültürel apolitizasyonun en simgesel bir ismi olarak) Banu Alkan'ı dinliyorlar hem de (politizasyonun en önemli simgesel ismi olarak) Şiwan Perver'i. Gerçi bu konuda TOKAP projesi kapsamındaki kızlarda biraz daha açık bir fark görülebiliyor, ama bu fark da sonuçta bunları tamemen apolitize etmiş olmuyor.
Bu konudaki gözlemlerimizi Valiye veya Valilik yetkililerine aktardığımızda, kendilerini, başarılılıkları konusunda büyük büyük bir özgüven içinde bulduk. Valiye başarılı olduğunuzu nasıl ölçüyorsunuz? sorusunu yönelttiğimizde, bence büyük bir risk aldı ve yaklaşan seçimlerde HADEP'in alacağı oylardaki düşmenin başarılarının en büyük göstergesi olacağını söyleyiverdi. Kendisine göre kendi kurslarında eğitim gören, stadyuma gidip konser dinleyen, sosyalleşen veya bizim deyimimizle modernleşen kızlar artık siyasete ilgi duymazlardı. Oysa modernleşme demek teröre sempatinin azalması anlamına gelmiyordu. Hatta modernleşmenin daha yüksek düzeyde cereyan etmiş olduğu Batman ve Diyarbakır gibi yerlerde HADEP'in oylarının daha fazla çıkmış olması bile sözkonusudur. TOKAP çalışmalarının kültürel türdeşleşme yolunda atılmış önemli bir adım olarak modernleşitirici potansiyeli tabiî ki inkar edilemez, ancak kültürel türdeşleşme demek her türlü siyasal kimlik algısı veya iddiasının tamamen yitip gitmesi anlamına da gelmiyor. O bir fay olarak hep varolmaya devam eder. Türdeşleşmenin cereyan ettiği alan, insanların küresel tüketim ve metalaşma sürecindeki rollerinin dağıtıldığı alandır. Bu alandaki gelişmeye hiç bir din ve millet mensubu direnemez gibi görünüyor.
Valiliğin, konuyu bir âsâyiş sorunu olarak alan yaklaşımı çerçevesinde,

"... terör yangını söndürülmüş, devletine bağlı, milliyetçi, Atatürk'ün aydınlık yolunda yürüyen insanlarımız yetiştirilerek yangın yerinde gül fideleri dikilmiştir. Bu fidelerin solmaması, büyüyüp serpilmesine yardımcı olmak için milli birlik ve beraberliğimize yönelik, insanlarımızı birleştirici kaynaştırıcı mesajların halkımıza ulaştırılması sûretiyle sulanması, devletin sesini duyuramamasından kaynaklanan boşluğun doldurulması;
İlimizde yayın yapan yerel radyo ve TV'lerin belli eğilimleri olduğu, bu yönde yayın yaptıkları dikkate alındığında, bu yayınların menfî etkilerinin bertaraf edilmesi;
Kurslara alınan 24.000 kadınımızın yanı sıra, geniş kitlelere ulaşabilirliği açısından eğitimde tartışılma yeri olan radyo yayınlarıyla, daha önce TOKAP Projeleri Radyo Bağış kampanyası kapsamında kursiyerlerimize dağıtılan el radyoları da kullanılarak kursiyerlerimizin güzel Türkçemizi konuşma ve anlamalarına yardımcı olmak amacıyla Türkçeyle haşır-neşir olmalarının sağlanması, kadınlarımıza ve geniş halk kitlelerine genel sağlık, hijyen, çocuk bakımı, ilk yardım, aile planlaması, ev ekonomisi vb. konularda eğitim verilmesi (Siirt Valiliği, 1999a: 7).

Vali'yle sohbetimizde, kendi çalışmalarının başarısı konusunda bir veri olarak bizzat teör örgütünün propagandalarını da gösteriyor. Avrupa'da yayın yapmakta olan Özgür Politika isimli örgütün yarı resmi gazetesinde kendi faaliyetlerini konu etmek üzere yer alan haberi büyük bir övünçle sunuyor. İnternet'ten alınan sözkonusu haberde Siirt'in devlet tarafından asimilasyon için pilot kent olarak seçildiği iddia ediliyor. Oysa, bütün bu çalışmaların gerekten de bir pilot faaliyet olarak mı düşünüldüğü soruma, daha önce de zikrettiğim gibi Vali'nin ve çevresindekilerin (hatta muhaliflerinin bile) ısrarla, bunun tamamen Vali'nin kendi özel projesi olduğu cevabını alıyoruz. Haberin veriliş biçimine ise şiddetli bir eleştiri eşlik ediyor. Bütün bu çalışmaların hepsi bir haber olarak Siirt Valiliğinin verdiği rakamlar da nakledilerek devletin "sistematik ve uzun vadeli bir kültürel asimilasyon programı"nın bir parçası olarak değerlendiriliyor. Hatta kızlara yönelik çalışmalar, daha ağır bir duyarlılık gösterilerek eleştiriliyor. "Devletin Siirt'teki yeni mesleği: Çöpçatanlık" altbaşlığının atıldığı yazıda "mahallelerde bulunan her okul ve ev asimilasyon okuluna dönüştürülerek" asimile oranının % 100'e çıkarılması hedefleniyor" şeklinde ifadeler var. Ayrıca "devlet güçlerinin baskıları sonucu köylerini boşaltmak zorunda kalan ve Siirt'te açlık ve soğuğa karşın yaşam mücadelesi veren insanlara devletin yaptığı 'hizmet'lerden bir tanesini de Radyo oluşturuyor. Siirt Valiliği tarafından organize edilen "Kadının Sesi Radyosu" hayata geçirilen asimilasyon projesinin bir bölümünü oluşturuyor. Yapılan yayınlarla günlük olarak Siirtlli kadınları kendi kültürlerinden yabancılaştırma hedefleniyor" (Özgür Politika, 20.01.1999) şeklindeki ifadeler, Valiyi doğru yolda olduğu duygusuna yöneltmiş. Aslında bu çalışmada, işin bu boyutu üzerinde fazla durmayı düşünmedik.
Bu konu bir asayiş ve terörle mücadele kapsamına girdiği için, bu alandaki gelişmeleri sosyolojik olarak izlemek bir hayli zor oluyor. İletişim ortamının Habermas'ın meşhur deyimiyle maksimum düzeyde tahrif olmuş olduğu, sözün gerçek karşılığından alabildiğine uzakta durduğu bir ortamdır bu. Devlet ile terör örgütü karşısında sıkışıp kalmış halkın hangi sözünün veya davranışının hangi anlama geldiğini tespit etmek çok kolay olmasa gerek. Ancak, hangi amaçla yapılıyor olursa olsun, bir çok davranış veya sözden bir çeşit modernleşme eğilimini saptamak o kadar zor değildir. Kadınların sağlık ocağıyla tanışması; gündelik hayatta daha fazla radyo veya televizyon izlenmesi; insanların en çok dinlediği müzik dolayısıyla hangi kültürel veya duygusal atmosfere daha yakın durduklarını test etmek imkansız görünmüyor. O amaçla, daha önceki bir çalışmada (Aktay, 1999) Siirt ve Batman'daki lise öğrencilerinin hayatla ilgili bazı tutumlarını bu tür sorularla tespit etmeye çalışırken yaptığımız buydu.


7- KURSLARDAN ANKET VE İZLENİMLER

Bu amaçla, Siirt'in şehir içinin yanısıra ilçelerinin de her tarafına yayılmış bulunan kurslara devam eden kızlarla görüşerek bazı konulardaki tutum, görüş, durum ve davranışlarını tespit etmek istedik.
Bunun için, bir kısmı daha önceki lise öğrencileriyle yapılmış sorulardan oluşan toplam 50 sorunun sorulduğu bir anket formu düzenledik ve Siirt il merkezinde bunu uygulamak üzere yola çıktık. Kurslar her tarafa yayılmış dedik, gerçekten de bu açıdan Valiliğin kaydettiği gerçek anlamda bir başarıdır. Normalde şehir içinde bulunan Halk Eğitim Merkezleri bu iş için başta düşünülmüş ama, kızların büyük bir çoğunluğunun değeşik nedenlerle bu kurslara devam edemeyecekleri düşünüldüğünden, onların ayağına kadar gidilmiş. Değişik nedenler derken, her şeyden önce anne ve babalarının genç kızların dışarıya çıkmalarına izin vermeyecekleri akla gelebilir, bu kısmen de böyledir, ama bir sebep daha söylendi ki, gerçekten çok içler acısı bir durumdu bu. Kızların çoğunun, dışarıya çıkarken üzerlerine alabilecekleri ve utanmadan şehir içinde gezinebilecekleri bir kıyafetleri yokmuş. Kuşkusuz bu sorunun her birine bir kıyafet verilmekle giderilebileceği düşünülebilir, ancak yaygın bir ruh hâli olarak genç kızlarda hâlâ bir "şehir korkusu" nun mevcudiyeti tespit edilmiştr. Bunun üzerine, hedeflenen programların aksamaması için ilginç bir yöntem bulunmuş ve kurslara şu veya bu nedenlerle gelemeyebilecek kadınlar için mahallelerde, hatta sokaklarda, herhangi bir ev, uygun bir dükkan veya mekanda kurslar açılmış. O kurslara Valilik, düşük bir ücretle çalışan lise mezunu bayan öğretmenler atamış; periyodik kontrollerle de belli bir müfredatın belli bir performansla takip edilmesi sağlanmaya çalışılıyor. Bu durumda salt öğretici açısından bakıldığında bile toplam 893 lise mezunu genç bayana iş imkânı sağlanmış. Bu arada trikotaj, kilimcilik, halıcılık ve bunun gibi kurslarda eğitim gören kızlar da eğitimleri esnasında aynı zamanda küçük çaplı da olsa aile bütçesine katkıda bulunabilecek bir gelir elde edebiliyorlar. Hatta bu "küçük çaplı" sözünün altını çizerek üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor. İşsizliğin alabildiğine yoğun olarak yaşandığı bir bölgede, bu yolla elde edilen gelir oldukça hatırı sayılır bir gelir sayılıyor. Bu konuda da çok etkin bir sistem geliştirilmiş. Sistem tamamen rekabet ve primli teşvik esasına dayalı olarak post-fordist bir organizasyon prensibini andıracak şekilde işliyor. Kurslara devam edenler aynı zamanda sabit olarak aldıkları cüz'i bir ücretin ötesinde zorunlu olarak ürettikleri miktarı aştıklarında parça başı prim alıyorlar. Ne kadar çok çalışırlarsa o kadar çok para kazanacaklarından, emek yine de çok ucuz da olsa kazançları da o oranda artıyor. Üretilen miktar belli bir istihap haddini aştığında kursun öğretmeninin gelirine de yansıdığından, öğretmen de sistemin daha verimli işlemesi için rasyonel yolları bulup bunu tüm organizatörlük yeteneğine yansıtıyor.
Bu durum özellikle kadının göç sürecinde beliren rolü konusunda çok önemli iki gelişmenin ortaya çıkmasına yol açıyor: Birincisi alabildiğine pre-modern bir hayat tarzından, emeğini kapitalist bir işletmede satarak geçimini sağlamaya çalışan, dolayısıyla işçileşen br nüfus olmak bakımından kadın bir bakıma erkeğini öncelemiş oluyor. Çünkü aynı verimlilk veya etkinlikte erkekler için şehirde gelişmiş bir istihdam imkânı ya yok veya görece daha yavaş oluşmaktadır. Tabi bunun öneminin, köyden kente göçün akabinde yaşanan herhangi bir işçileşme süreci ile bunun sosyal ve kültürel düzeydeki modernleştirici sonuçları hakkındaki sosyolojik literatür eşliğinde daha iyi değerlendirilebileceği açıktır. İkincisi, bunun doğal bir sonucu olarak ev içerisinde de ekonomik bağımsızlık olmasa bile, görece bir özerklik kazanmış bir kadının ev içi etkinliğinde gözle görülür bir artış sözkonusu olmaktadır. Bu da şehir hayatını karakterize ettiği söylenen bir eşitleşme sürecini teşvik edici oluyor.
Kurslara devam eden kızların yakınlarıyla veya halkın diğer kesimleriyle yaptığımız görüşmelerimizde, herşeye rağmen kurslara devamın pamuk ipliğiyle bağlı olduğu, bir-iki gelen kadın veya kızların üçüncü kez gelmesinin hiç bir garantisi olmadığını söylediler. Oysa gördük ki, kızların kursa devam etmesi hem aileler açısından hem de devam eden kızlar açısından çok teşvik edici şartlarla temin edilmiş durumda. Mahalellelere kadar bu işi yaygınlaştırmak zaten çarşıdan geçerek Halk Eğitim Merkezine kadar gitmenin gerek ahlâkî gerek maddi caydırıcılığını gidermeyi amaçlamıştı. Bu kurslarda istihdam sağlamak ise asıl cezbedici faktördü. Öğrencilerin hem kendilerini hem de ailelerini ilgilendiren bu teşviklerden biri de, kursa devam eden kadınlara her ay türü ve miktarı eldeki olanaklara göre değişmekle birlikte aynî yardımlar yapılması. Bir ay beş kiloluk salça, diğer ya beş kiloluk yağ, başka bir ay giyim-kuşam ve bunun gibi yardımlar. Yardımlar özellikle giyim-kuşam cinsinden verildiğinde, valilik yetkilileri, halk arasında bunun "kızların ahlâkını bozmak, onlara minik etek veya kot pantolon giydirerek ifsâd etmeye çalışmak" olarak dedikodusunun yapılmasından çok şikayetçiler. Oysa bütün yardımlar, bu kampanyayı bilen şehir içi veya dışından işadamlarının gönderdikleri bağışlarla temin ediliyor. Ne gönderiliyorsa onu verdiklerini; hatta bazen gelen yardımlar arasından şehrin giyim kuşam standartlarında ahlâkî sayılmayabileceklerinin alıkonulduğunu uzun uzun anlatıyorlar.
Bununla birlikte, bütün bu yardımların vazgeçilmeyen bir türü de, kuru gıda yardımı cinsinden yapılan ve belli şartlara bağlanmış olanlarıdır. Bu yardımlarda kurslara devam mecburiyeti arandığı gibi, aynı aileden bir kaç kişi katılmış olsa bile, her birine adam başı yardım hakkı düşüyor. O yüzden aynı aileden farklı yaşlarda bir çok kişi katılabiliyor ve katılanların yaşça küçük olması halinde onlara tahakkuk eden iş yükümlülüğünün çoğu büyük ablanın sırtında kalıyr. Abla hem kendi işini yapmak, hem de küçük kardeşleri adına da iş yetiştirmek gibi yoğun bir tempoyla çalışmak zorunda kalabiliyor, çünkü kursa gelen kardeşler, salt o yardımı ve adam başı aylık maaşı hakedebilmek, dolayısıyla ailenin toplam gelirini artırabilmek için bu yola tevessül ediyorlar.
Buna yöneticiler göz yumyorlar diyemeyiz, teşvik bile ediyorlar, çünkü sonuçta işin toplam hacminde bir düşüş olmuyor ve birim maliyet yükselmiyor, bir. İkincisi ise, bu gelir getirici kursa devam etmenin tamamen eğitici başka bir kursa devam şartına bağlanmış olması. Zaten bu konudaki her talebi ise yukarıda anlattığımız sebeplerle kâr sayan bir kültür hizmeti anlayışı var Valilikte. Hafta içi hergün sabahtan akşama kadar devam eden ve bir kurs olmaktan ziyade artık bir atelye üretimine dönüşmüş olan bu mekanlara devam etmenin kendisi giderek bir imtiyaza dönüştükten sonra, bunu hakedebilmek için başka şartlar da ileri sürülmüş. O da kızların hafta sonu Türkçe, Nüfus planlama, doğum kontrol, İnkılap tarihi, vatandaşlık bilgileri, ana ve çocuk sağlığı ve sair derslerin alındığı kurslara devam mecburiyetidir. Kızların büyük bir çoğunluğu bu eğitime biraz kerhen ve gönülsüz gidiyorlar, ama düzenli olarak verilen kuru gıda yardımı ve kurslardan elde ettikleri gelir dolayısıyla buna katlanmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Bir bakıma elde ettikleri faydanın asıl bedelini bu şekilde ödediklerini düşünenler bile oluyor. Bu kursların düzenlenmesinde, Valilik açısından elde edilen en önemli faydalardan biri de zaten bu eğitimin gerçekleşmesi addediliyor. Bİrer özne ve yurttaş olarak kurulan "kadın" ın iyice etkinleştirildiği aile içerisinde, modern devletin en önemli ideoloji taşıyıcısı durumuna bu yolla gelmesi fiîlen mümkün olabiliyor. Valilik de kesinlikle bu işin bilincinde ve bir modernleştirici agenta gibi işlevini yerine getiriyor.
Tabiî kızların kurslara devamını sağlamanın öğrencilerle ilgili teşvik edici bir yönü de, bizzat onlardaki sosyalleşme isteği olduğu görülüyor. Öğretmenleriyle normal okullardakinden görece daha gevşek bir disiplin ilişkisi içerisinde bir araya gelen kadınlar, kurs ortamını her gün arkadaşlarıyla bir araya gelerek, sistematik olarak sosyalleşebildikleri bir mekan olarak görüyorlar ve hemen hepsi gönüllü olarak geliyor. Türkiye'deki köyün gelişim seyrinde bir durumu karakterize eden bir anekdot vardır. Köyde her evin içine girecek şekilde su getirilir de buna en çok kadınların sevineceği zannedilirken, en çok da kadınların üzüldüğü büyük bir hayretle gözlemlenir. Oysa bunun anlaşılır sebebi, kadınların evin dışına çıkmaları için köy yerindeki en önemli gerekçenin ortadan kaybolmuş olmasıdır. Kurs yeri de, köyden şehre göç etmiş insanların evin dışına çıkabilmek ve başka insanlarla buluşabilmek için aile reislerine (anne veya babalarına) karşı ileri sürebildikleri neredeyse tek gerekçe olduğu için, kızlar için bir özgürleşmenin (veya aslında serbestleşmenin) de ifadesi oluyor. Kızların sosyalizasyonunun da tabiî ki değişik vecheleri oluyor. Bu her gün düzenli olarak geçilen yollarda bir erkekle düzenli olarak gözgöze gelmek veya zamanla iletişim kurmak; veya üretilen malları almaya gelen insanlarla kurulan iletişim ve artık iyice yaygınlaşan bir ilişki biçimi olarak oğlan analarının görücü ziyaretlerine ev sahipliği yapmak şeklinde olabiliyor. Gerçekten de Özgür Politika'daki haberi doğrularcasına bu kurslar, bir "kız görme" mekânı işlevini yerine getirmeye başlamış. Kurslarda anketimizi sürdürürken bile bir kaç kadının bu amaçla gelişine şahit olduk. Bİze bu durumun çok sık yaşandığı söylendi.
Kısacası kurslar, gelecekte nasıl bir gelişim seyri izler bilinmez, ama bugün için köyden yeni gelmiş sayılabilecek (aslında bir bakıma da sayılmayabilecek, çünkü çoğunun köyden geleli en az bir kaç yıl olmuştur bunların. Hatta sadece % 18.1'i 1-5 yıldır bu şehirde yaşamaktadır. Geriye kalanların yarısı 6-10 yıldır diğer yarısı da bundan çok daha uzun zamandır burada yaşamakta) olan bu insanların şehrin kültürel ortamına uyum sağlama işlevini bir ölçüde görüyor. Bir ölçüde diyoruz, çünkü bu kadınlar, mahallenin dışına çıkmadığı için veya zaten her kurs aşağı yukarı aynı özelliklere sahip insanların devam edebileceği kadar dar bir çevreye hitap ettiği için, sonuçta aynı köyden insanların yoğunlukta olduğu birliktelikler meydana geliyor. Bu da eski köy ilişkilerinin şehirde sürdürülmesinden, dolayısıyla şehir hayatının yabancılığının giderilmesinden başka bir anlam taşımayabiliyor. Muhtemelen kadınlar için bu kurs ortamında yeni olan şey, öğretmen ve bu kursa daha önce hiç tanımadıkları bir köyden veya başka bir ortamdan bir kaç insanın da kursa dahil olma ihtimalidir. Kuşkusuz öğretmen faktörü ve sözkonusu ihtimal azımsanacak ihtimaller değildir. Öğretmen, en kötü şartlarda bile, ilişkilerin geleneksel tarzdan çıkmasını sağlayabilecek yepyeni bir boyut sağlar. Kadınların çoğunun kendi köylerinde zaten tanışık olduğu bu figür, büyük ölçüde Kur'an kursu hocalarından görüp uyarladıkları bir figürdür. Ancak yine de, Kur'an kursu hocasının bu yeni sayılmayabilecek boyutuna karşılık, onun genellikle köy yerinden ve geleneksel yaşantılarının çok alışıldık bir parçası olması gibi bir durum da sözkonusudur.
Kurs mekânlarının, daha önce de değindiğimiz gibi ya bir dükkandan bozma veya bir evde, örneğin öğretmenin kendi evinin bir odasını düzenlemesiyle oluştuğundan, bir miktar derme çatma bir görüntü arzediyor. Öğrenciler, buraya bir miktar da okulculuk oynar gibi geliyorlar, o yüzden okul veya kurs atmosferinin oluştuğunu söylemek biraz zor. Şehir hayatıyla çok ânî bri birleşme zaten mümkün olmuyor, ancak bu yolla aslında biraz fazla yumuşak bir geçiş saglanmış oluyor.

Hiç yorum yok: