14 Mayıs 2009 Perşembe



Renaissance Felsefesi



Yeniçağı başlatan Renaissance (Rönesans), döneminin kültürel bakımından özellikleri şöyle özetlenebilir: Renaissance Ortaçağ ile Yeniçağ arasında bir geçit dönemidir. Renaissance sözcük anlamında “yeniden doğuş” demektir. Burada “yeniden doğan”, Antik çağın tutumu, yaklaşımıdır. Ancak Renaissance bundan ‘daha çok, daha önemli bir olgudur: Çünkü İlkçağ ile Ortaçağın kültür alanında oluşturduğu değerler, Renaissance’ta yeni bir biçimde, yeni bir birleşimle ortaya konmuşlardır. Renaissance 14. yüzyılda başlamıştır, denebilir. Çünkü bu yüzyıldaki birtakım gelişmeler, Batı ve Orta Avrupa toplumlarını Ortaçağ düzeninden artık yavaş yavaş ayırmaya başlamıştı.



Bu süreç 15. ve 16. yüzyıllarda doruk noktasına ulaşacak, Renaissance kültürü kendisini en olgun biçimiyle bu yüzyıllarda gösterecektir. Renaissance kültürünün bütününde bulduğumuz oluşu ve değişmeyi felsefesinde de bulabiliriz. Bu dönemde felsefenin de gözönünde bulundurduğu: “eski” den kopmak, “yeni”yi oluşturmaktır.



“Eski” neydi? “Yeni” neyi getirmek istemekte?



Bunu anlamak için, Ortaçağ felsefesinin yapısı ile Renaissance felsefesinin, bunun karşısına çıkarmaya çalıştığı tutumu karşı gerekecektir: Ortaçağ felsefesi bağımlıdır; sorunlarını, yolunu kendisi seçmez, bunları seçen ve belirleyen Hıristiyan dini ve bu dinin tanrıbilimidir. Bu felsefenin görmek istediği iş, Hıristiyanlığın öğretisini, dogmalarını akılla işleyip desteklemektir. Oysa Renaissance felsefesi —bütün Renaissance kültürü gibi— bağımsız olan, yalnız kendine dayanan, konu ve amacını kendisi belirleyen bir felsefe olmayı ister.



Ortaçağ felsefesi kendi içine kapalı, kendi içinde uyumlu bir dizgeydi. Ortaçağ filozofları kimsenin değil, herkesin malı olan, yazarı bilinmeyen bir yapıt üzerinde çalışan adsız birer işçi gibidirler; yeni bir şey getirmezler, ancak sistemin pürüzlerini, uyumsuzluklarını gidermeye çalışırlardı. (Ortaçağ dönemi için, son dönemlerde yayımlanan yapıtlar farklı görüşleri de içermektedir. F.E.)



Ortaçağ felsefesindeki “birlik” yerine Renaissance felsefesi bir “çokluk” getirecektir. Tutumunu kendisine örnek olarak aldığı Antik felsefe gibi, Renaissance felsefesinde birçok çığır vardır ve çeşitli çığırlarda yer alan düşünürler benliklerinin özelliklerini ‘bütün ağırlığıyla belirtmeye çalışırlar, birer birey olarak görünmek isterler. Renaissance’ın özgür havasında gelişen birey yanında, “ulus” dediğimiz toplumsal bireysellik de oluşmaya başlamıştır. Oysa Ortaçağda ulus üstünde evrensel bir topluluk olan ümmet temel gerçekti. Ulus’un belirmesiyle felsefelerde de ulusal özellikler kendisini göstermeye başlayacaklardır. Bu arada, Ortaçağın tek kültür dili olan Latince yerine ulusal diller (İtalyanca, Fransızca, İngilizce vb.) kültür dili olarak kullanılmaya başlanacak ve bu işi görecek gibi olgunlaştırılacaklardır. (Uluslaşma sürecinin 19.yy.dan daha geriye giden başlangıçlarına da Rönesans döneminde rastlıyoruz.F.E.)



Ortaçağ ve Renaissance felsefeleri ‘bir de yaratıcıları bakımından birbirlerinden ayrılırlar: Ortaçağın büyük filozofları (Augustinus, Anselmus, Thomas vb.) hep din adamlarıdır. Renaissance düşünürleri ise yazarlar, bilginler, öğretim üyeleri ‘vb. inden oluşan dünya adamlarıdır. İki felsefeyi de oluşturanların tutumları da başka başkadır: Ortaçağ filozofu için “doğrular” hazırdır, elde edilmişlerdir, bunları Platon’un, Aristoteles’in ve Kilise Babalarının felsefelerinde bulabiliriz. Bundan sonra yapılacak şey, bunlara biçim bakımından biraz çeki - düzen vermektir; kimi yerlerindeki tutarsızlıkları gidermektir. Renaissance filozofu için ise “doğru” bulunmuş değildir; belki de sonsuz olarak araştırılacaktır. Araştırılması da gereken bir ödevdir. Bu anlayış, Renaissance düşünürünü tutkulu bir araştırıcı yapmıştır ve yine bu araştırma tutkusu, Rennaissance’taki büyük buluşların (pusula, barut, basım), keşiflerin (deniz yolları, Amerika) başlıca bir dürtüsü olmuştur



Rennaissance felsefesi ilk olarak insan sorunu üzerinde durmuştur. “İnsan nedir? İnsanın bu dünyadaki yeri ve anlamı nedir?”, araştırılan, bilinmek istenen buydu. Ortaçağ felsefesi böyle bir soruyu sormayı gerekli bulmamıştı. Çünkü Ortaçağ insanının ne olduğu, yeri ve anlamı aşkın bir yerden, Tanrı katından belirlenmişti: İnsan, kendisini aşan bir organizmanın yalnızca bir örgenidir, bir inancıdır. Renaissance’ın kendini dinden bağımsız kılan düşüncesi ise, ilkin bu sorunu ele almış ve sorunun yanıtını Antik felsefe kaynaklarına dayanarak bulmaya çalışmıştır. Renaissance’da bu kaynaklar üzerinde bu amaçla yapılan —filolojik- çalışmalara, arama - araştırmalara da hümanizma denir. Ancak, hümanizma çok daha geniş bir şeyi amaçlar: Yeni, lâik bir insanlık kültürünü gerçekleştirmeyi. İnsanca bir yaşayış ve düşünceye ulaşmak çabası, hümanizmanın asıl anlamıdır.



Renaissance’ın ilk hümanisti sayabileceğimiz Petrarca (1304 - 1374) “insanın ne olduğunu” bilmek ister; “doğru yaşamanın” ölçüsünü Hıristiyanlıkta değil, Roma Stoa’sında, Antik felsefenin bu öğretisinde bulur: İnsan için en yüksek değer ruhunun bağımsızlığı, özgürlüğüdür. Buna da inan ile değil, akıl ve erdem ile ulaşılır. Bu en yüksek mutluluğu Tanrının yardımı da tam olarak sağlayamaz. “Bu dünya” Petrarca için başlı başına bir değerdir. Onun için üzerinde durup düşünüyor.



Aradığı örnek insan fatih ruhlu Romalı’da bulan Macchiavelli (1469-1527) ye göre insan canlı bir doğa gücüdür; egemen olmayı istemek bu güç kaynağının ana içgüdüsüdür. Hıristiyanlık alçakgönüllülüğü en büyük erdem saymakla, dünyadan elini eteğini çekmesini öğütlemekle, insanın özünü, yaratılışını çarpıtmıştır.



İnce zekâsı ve alaylarıyla gününün düşüklüklerini çok güzel eleştiren Rotterdam’lı Erasmus (1469 - 1538) da, her şeyin: dogmaların, geleneklerin, yetkelerin aklın incelenmesinden, eleştirisinden geçirilmesini ister. Onun gözönünde bulundurduğu, laik, özgür bir insanlık kültürünü gerçekleştirmektir. Bu yoldaki çalışmaları, savaşımları onu büyük bir eğitimci de yapmıştır.



Antik çağ tutumunun “yeniden doğması” demek olan Renaissancte’ta, Antik Yunan felsefesinin başlıca çığırlarının, özgün biçimleriyle, yeniden ortaya çıkmaları doğaldır. Bu çığırlardan Platonculuğu İtalya’ya Bizans’tan gelen bilginler başlatmışlardır. 1459 yılında Floransa’da kurulan “Platon Akademisi” Platon felsefesi üzerindeki çalışmaların çok verimli bir merkezi olacaktır. Burada Marsiglio Ficino Platon’un yapıtlarını büyük bir başarıyla çevirecektir. Bu dönemde Aristotelesçiliği de başlatan yine Bizanslı bir bilgindir (Theodorus Gaza). Atomculuğun İlkçağdaki gerçek görünüşü ile ortaya çıkmasında P. Gassendi’nin büyük hizmeti dokunmuştur. Bu arada atomculukla sıkı bağlılığı olan Epikurosçuluk da Ortaçağın yanlış, tek yanlı yorumlarından arındırılmıştır. Atomculuk, Skolastiğin Aristoteles’e dayanan ereksel-organik anlayışına tam aykırı olan mekanist- cisimsel bir doğa görüşünü getirmiştir.



Renaissance’ın din konusundaki görüşleri, Martin Luther’in başlattığı (1517) Reformation denilen ‘büyük din hareketinde önemli bölümüyle somut bir gerçek olmuştur. Katolik kilisesinin yozlaşmasına karşı bir tepki, bir ”protesto” olan bu din akımı, amaçladığı “düzeltimi Renaissance’ın genel tutumuna uygun olarak gerçekleştirmeyi denemiştir: O da, Renaissance felsefe çığırlarının yaptığı gibi, Antik çağa geri giderek buradaki ilk Hıristiyanlığa dönmeye, Ortaçağ Katolik kilisesinin Hıristiyan öğretisinde aymış olduğu çarpık yorum ve eklentileri temizlemeye kendisine temel olarak aldığı gizemcilik —mistisizm- Kilisenin aracılığını, dolayısıyla varlık nedenini ortadan kaldırmaya çalışmıştır.



Reformation’un getirdiği Renaissance havasına çok uygun olan bu dinsel yaşantının bağımsızlığı “akıl dini”, ya da doğal din denilen görüşte tam olarak gerçekleşecektir. Bu din anlayışının ‘kökü de, yine Antik Çağın bir felsefesinde, Stoa çığırındadır. “Akıl” ile “doğa”yı eşanlamlı sayan, aklı bir “doğal ışık” diye anlayan bu felsefeye göre din, tanrısal istencin kendini bildirmesi olan vahiy değil, aklın bir ürünüdür. Dinin temel inançlarını bize aklımız gösterir; düşününce aklımız ile buluruz bunları, çünkü bu tür inançlar bizim doğamızda, eşanlamlı bir deyişle aklımızda yerleşiktirler. Renaissance sonlarında yetişen iki düşünür Jean Bodin ‘(1530-1597) ile Herbert of Cherbury (1581- 1648) bu Stoa görüşüne dayanarak, akıl dinini, “doğal dini” tarih boyunca oluşmuş bütün dinlerin kaynağı sayarlar. Bu ‘kaynağa dönmeli, zamanın dinlerde yaptığı akla aykırı eklentileri bir yana bırakarak, yalnız akla, sağduyuya uygun olan inançlarla yetinmelidir. İnan konusunda insana bol bol yetişecek-bu çeşit “doğrular” da şunlardır: Bir Tanrı vardır; ona tapmalıdır; Tanrı’ya karşı bu saygı davranışı erdemli olmayı sağlar; suç ve günahın cezası, pişmanlıkla çekilmelidir; ölümsüz olan ruh bu dünyada yapıp ettiklerinin öbür dünyada ödülünü alacak, ya da cezasını çekecektir.



Her bakımdan olduğu gibi, devlet anlayışında da Renaissance Ortaçağın karşısavı durumundadır. Ortaçağınki evrensel bir ümmet devletiydi Bu devlet “Kutsal Roma İmparatorluğu”nda somut bir biçim kazanmıştı; Onun görevi yeryüzünde Tanrı devletinin gerçekleşmesine —Aquino’lu Thomas’ın düşündüğü gibi— hizmet etmek, destek olmaktı. Renaissance ise ulusal benliklerin belirmeye başladığı çağdır. Bu oluş Ortaçağ ümmet düzenindeki birliği bozacak, yerine bağımsızlaşan ulusal devletlerin çokluğunu getirecektir. Ortaçağ düzeninin dayanağı olan Kilise bu gelişmeye engel olmak istediği için, Renaissance’ ta Kiliseye karşı ayaklanmalar, Kilise ile çatışmalar vardır. Renaissance’ın devlet felsefesi bu gerçeğin kuramsal olarak dile getirilmesidir.



Renaissance’ta devlet konusunu işleyenlerin başında yer alanlardan biri olan İtalyan N. Macchiavelli’nin önemi, “ devlet” düşüncesinin ilk temsilcisi olmasıdır. Antik çağda bulunmayan, ortaya çıktığından beri ağır basan ‘bu “ulusal devlet” düşüncesine Macciavelli, İtalya’yı birleştirmek gibi pratik bir kaygı ile varmıştır. Onun tasarladığı ideal devlet, güce dayanan ulusal bir devlettir ve böyle bir devletin canlı örneğini de Roma İmparatorluğu vermiştir. Macchiavelli’ye göre, devlet, gücünü bir ulustan almalı, üstünde kiliseyi —ümmeti— bulmamalıdır. Hukuk da dinden değil, devletin özünden türetilmeli, çünkü devlet doğal bir kurumdur, bu dünya için kurulmuştur, öbür dünya ile bir ilgisi yoktur - oysa Ortaçağ gözünde devlet, Tanrının planında belli bir görevi olan bir kuruluştur. Devlet başkanının başlıca amacı, devleti elinden geldiğince güçlü kılmak .olmalıdır, diyor Macehiavelli. Bu uğurda her şey yapılabilir; her şey hoş görülmelidir. Hukuk, ahlak, devlet yüzünden vardırlar, dolayısıyla devletin bittiği yerde bunlar da biter. Bu anlayışta devletler hukuku olamaz - Devletin ötesinde savaş var.



Macchiavelli gibi devlette yetkeyi, sözügeçerliliği en üstün değer sayan bir Renaissance düşünürü de Jean Bodin’dir. O da mezhep kavgalarıyla bölünmüş yurdu Fransa’yı gözönünde bulundurarak geliştirdiği öğretisinde: Devletin özel ayrımı olan egemenliğin kesin olarak belirtilmesini ister; devlet gücünün tek elde toplanmasını doğru bulur; dolayısıyla mutlak monarşi düşüncesini savunur, Ancak, ahlâk ve hukuk yasaları hükümdarın egemenliğine bir sınır çizeceklerdir; - oysa Macchiavelli hiç bir sınır tanımıyordu.



Renaissance’ta liberal devlet anlayışını geliştiren Hollandalı Hugo Grotius ise, doğrudan doğruya hukuku, daha doğrusu “doğal hukuk” kavramını öğretisine temel yapar.. Devlette ilk olan hukuktur, devlet sonra hukuku korumak için oluşturulmuştur, dolayısıyla hukuk devletin sınırlarında bitmez, öteye de geçerek devletler arasında geçerliği olan bir hukuk da olur. Grotius çağdaş devletler hukukunun babası olduğu gibi, liberalizmin de kurucularındandır, Ona göre insanın doğal haklarının başında mülkiyet hakkı gelir. Demokrat devlet düşüncesini Renaissance’ta Monarkomak denilen bir düşünürler takımı geliştirip savunmuştur. Macchiaveili ve Bodin gibi “egemenlik” kavramını çıkış noktası yapan bu düşünürlere göre, asıl egemen halkın. Devletin başındakiler halkın efendisi değil, görevlisidirler. Bunlar görevlerini kötüye kullanırlarsa halk da onlara karşı ayaklanabilir, onları görevlerinden uzaklaştırabilir.



Renaissance’ta sosyalist devlet öğretileri de var. Bunları romanlaştırılmış ideal devlet tasarıları, birer ütopya niteliğindedir. Nitekim sosyalist anlayışı ilk’ olarak geliştiren Thomas Morus’un (1480- 1535)- yapıtı “Utopia” adını, taşır; Thomas Morus ile ondan bir yüzyıl sonra yaşamış olan Tomaso Campenella (1568 1636) (yapıtı: Güneş Devleti) şu düşüncelerde birleşirler: Her ikisi de o günlerde yurtlarında (İngiltere’ ve İtalya’da) yaygın olan anarşi ve adaletsizliğin nedenini özel mülkiyette bulurlar; onun için bir adada bulunduğunu tasarladıkları ideal devletlerinde özel mülkiyeti kaldırırlar. Devletin yöneticileri sıkı bir eğitim ve elemeden geçerek yetiştirilirler. Kendilerini sanat ve bilimle geliştirmek, olgunlaştırmak için yurttaşlara bol boş vakit bırakılır.



Thomas Morus ile Campenalla’nın örnek devletlerinde sosyal adalet, temel’ düşüncedir. Francis Bacon’ın (1561-1626) ideal devleti ise bilime dayanır. Bacon’ın kendi içine kapalı, o da bir adada bulunan devleti, yüksek “Bilimler Hazinesi” adındaki akademi gibi bir örgüte borçluymuş. Devlet bir araştırma merkezinin sağladığı bilgilerle yönetilirmiş. Bacon’ın, böyle bir bilgiye dayanan bir devlet anlayışına varması da öğretisinin bütününe uygundur; çünkü, ona göre, bilmek egemen olmaktır.



Renaissance’ın ütopyalarına, Platon’un ideal —en yetkin, en doğru— bir devletin tablosunun çizdiği ”Devlet” adlı yapıtının örnek olduğuna hiç kuşku yok. ‘Mal mülk ‘ve aile ortaklığı savı da, devleti yöneteceklerin sıkı bir eğitim ve elemeden geçmeleri düşüncesi de Platon’dan gelmedir. Bacon’ın “Bilimler Hazinesi”nde çalışan bilginler, Platon’un devletin başına oturttuğu “filozoflar”dan başka bir şey değildirler; bu filozofların yürüttüğü devlet de bilime dayanır. Renaissance’ta geliştirilen öteki devlet anlayışlarının temelinde de hep Antik düşünceleri bulabiliriz. Devletin güçlü olmasını en büyük değer sayan, bu uğurda hiç bir engel tanımayan Macchiavelli’nin görüşü , M.Ö. V. yüzyıl Sofistlerinden Trasymakhos’un “Hak, güçlünün işine gelen şeydir?” önermesine kadar geri uzanır. Yine o sıralardaki Sofistlerden Antiphon’un “Doğadan hepimiz her şeyde aynı olarak yaradılmışızdır” demesi de, demokrasinin temellerinden biri olan “eşitlik ilkesi” ile ilgilidir. Grotius’ un liberal devlet anlayışının temelinde yatan ‘doğal haklar kavramının kökleri Stoa felsefesindedir.



Ortaçağı kapayarak Yeni bir ‘giriş, Yeniçağı her bakımdan başlatan bir gelişme olması Renaissance’ın baş özelliğidir. Bundan dolayı, günümüzde de geçerlilikleri olan, şurada burada uygulanan, üzerlerinde tartışılan devlet anlayışlarının hepsini Renaissance’ta da bulmamız doğaldır.



Doğa sorununda da durum böyledir. Bugünkü doğa bilimimizin, bunun bir sonucu olan modern tekniğin başlangıcını, temellerini yine Renaissance’ta bulabiliriz. Renaissance felsefesi doğayı Ortaçağdan büsbütün başka türlü değerlendirir. Ortaçağ, Antik çağın Aristoteles - Ptolemaios (Batlemyos) sisteminde vardığı doğa tasarımını olduğu gibi benimsemişti. Bu sisteme göre, gökyüzü ile yeryüzü yapı ve yasaca birbirinden ayrıdırlar ve evren sınırlıdır.



Bu doğa tasarımından ayrılmanın ilk belirtilerini Nikolaus Cusanus (1401 - 1464), doğanın gelişen, açılan ve sonsuz olan bir varlık olduğunu ileri sürmekle ortaya koymuştu. İlk ve Ortaçağ için ise, doğa gelişmesini bitirmiş, sonlu ve duruk bir varlıktır. Bir de Cusanus’un hareketin gözleyicinin duruş noktasına göre göreli olduğu savı da, Aristoteles’ten gelen, yerin evrenin salt merkezi olduğu tasarımını sarsıyordu. Ancak, Renaissance’ın. doğa anlayışı asıl Kopernik (1473 - 1543) ile başlayacaktır Onun güneş merkezli evren sistemi, yeni doğa biliminin kilittaşıdır. Bundan böyle doğa gerçeğine hep bu tasarımla yaklaşılacaktır. Kopernik böyle bir evren tasarımına, doğanın yapıca pratik, kullanışlı, yalın olduğu varsayımından gelmiştir. Onun istediği, evren düzenini toplu bir bakışla kavratacak bir duruş noktası bulmaktır. Bu da duyuların gösterdiği ile bulunamaz.



Doğanın kendisi, bize göründüğünden başka türlüdür. Evrenin gerçek görünüşüne uygun tasarımı, duyumları işleyen düşünme sağlayabilir Bu görüş, günümüze dek modern doğa biliminin ana çalışma ilkesi olacaktır.



Yer’in merkez olmaktan çıkması insan - merkezli görüşü de ortadan kaldırdığından, Kilise yeni öğreti ile kıyasıya savaşmıştır. Hıristiyanlığa göre evren insanın “yüzüssuyu hürmetine” var dır. Yeryüzü insanlık dramının geçtiği sahne, gökyüzü de onun dekorudur. Kopernik’in getirdiği devrim yer ile birlikte insanı da evrenin merkezi olmaktan çıkarıyordu. Nitekim yeni doğa tasarımını felsefe bakımından ilk olarak değerlendiren Giordano Bruno (1548 -1600), Kopernik sistemine dayanan bir dünya görüşü geliştirdiği için; bunu bir sapkınlık sayan Kilisece koğuşturmaya uğramış ve sonunda yakılmıştır (1600).



Bruno, Kopernik’in öğretisinden şu iki ana düşünceyi çıkarmıştır: Evrenin birliği vardır —yeryüzü ve gökyüzü yapıca ve yasaca ayrı değildirler— Evren sonsuzdur —Aristoteles’in ileri sürdüğü gibi gökkubbesi ile sınırlı değildir—. Sonsuz evren içinde kendi içlerine kapalı, sayısız sonlu dünyalar vardır. Evren de Tanrısal Öz’ün kendisini açmasıdır. Doğa, Tanrının kendisidir. Tanrı gibi sonsuz ve güzeldir. Onun için coşkun bir duygu ile yaşanıp tapılacak bir konudur. —Oysa Ortaçağ, maddi nitelikte olduğu için doğayı aşağı değerli sayar. İnsanın, asıl özü olan tinsel yönüne ilgisini azaltacağından doğanın üzerinde öyle pek durmamalı—. Bruno, Kopernik astronomisini bir metafiziğe dönüştürüyor. Onun doğa görüşü estetik bir tümtanrıcılıktır; doğaya duygu ve hayalgücü ile yaklaşmadır.



Buna karşılık Kepler ile Galilei, Kopernik devrimini bilimsel olarak geliştireceklerdir. İkisi de doğa tasarımına matematik bir nitelik kazandıracaklardır. Bununla da günümüz fiziği doğmuş, bunun bir ürünü olan çağdaş tekniğe de yol açılmış olacaktır.



Johannes Kepler (1571 -1630) önce doğa güzeldir, uyumludur, bunu da sağlayan matematik orantılardır diyen estetik bir doğa tasarımı ile çalışmış; sonra bu animist görüşü bırakarak mekanist doğa anlayışına geçmiştir. Bu döneminde artık her yer de “fizik nedenler” aramış, “devindiren ruhlar” yerine “güç”ü koymuş; doğada her yanın geometrik orantılarla örülü olduğunu ileri sürmüştür. Bu anlayışıyla da Kepler modern matematiğin fiziğin kurucularından biri olmuştur.



Felsefenin Evrimi-Macit Gökberk-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları-1979

1 yorum:

mjgnkndmr dedi ki...

Bravo diyorum, başka da bir şey demiyorum. 2 aydır Macit Gökberkin Felsefe Tarihi kitabını anlayıp özet çıkarmaya uğraşıyorum.

Konuları tam ana noktalarında yakalayıp gayet yalın ve anlaşılır bir şekilde özetlemişsiniz.
Tebrik ediyorum ve bundan sonra sizi takip ediyorum