15 Mayıs 2009 Cuma

20.yy.Düşünce Akımları
Kaynakça’da belirtilen yapıtın giriş bölümünden alınmıştır.
(…)Bilindiği gibi her çağ, içinde bulunduğu koşullarla oluşur ve bu koşulları yorumlayan felsefeler doğar. 20. yy. başlıca üç düşünsel eğilim sergiler. Bunlardan ilki spekülatif eğilimli felsefelerdir. Genelde toplum, insan ve dünyaya ilişkin konular, gözlem ve deneylerin ötesinde kavramsal bir bağlamda kuramsal olarak yorumlanırlarsa, bu tür düşünme biçimlerine spekülatif (kurgusal) felsefeler adını veriyoruz. Bireşimin ağır bastığı ve belli savlar içeren bu tür felsefeler çağın ilk yarısında önemli bir yer tutarlar. Örneğin 20. yy.ın hemen başlarında varlık ve bilgi anlayışının temeline sezgi’yi koyan Bergson’un “sezgicilik felsefesi” buna bir örnektir. Daha sonra sırasıyla Husserl’in “fenomenoloji”si, N. Hartmann’ın “yeni ontoloji”si, Max Scheler’in “felsefi antropoloji”si gelir. İki büyük savaş varoluşçu felsefelerin farklı tonlar içeren söylemlerinin ortaya çıkmasına neden olmuş (G. Marcel, J. P. Sartre, M. Heidegger ve K. Jaspers); bireyin ruhsal sorunları da derinlik psikolojisi ya da ruh çözümlemesi (psikanaliz) okulunun kurulma sına yol açmıştır. Sonuçları bakımından verimleri çağın ikinci yarı sına uzanan spekülatif felsefelerden bir başkası da kapitalizmin birey ve toplumda yarattığı sorunları ele alan ve toplumbilimsel eleştiri teorisi olarak adlandırılan Frankfurt okuludur. Bu döneme yapı salcılığı ve postmodernizmi de günümüze değin uzanan ve henüz son sözünü söylememiş kurgusal felsefeler olarak katmamız olanaklıdır.
20. yy.ın ikinci önemli felsefe eğilimi olarak karşımıza “analitik felsefeler” çıkmaktadır. Başta Viyana çevresi (Carnap, Schlick) olmak üzere “mantıksal pozitivizm” (B. Russell), “dil felsefesi” (Wittgenstein) gibi daha başka dallanmaları da içeren “analitik felsefe” genelde duyumu, mantık ilkelerini ya da dili temele alarak bilim ve felsefe önermelerinin çözümlenmesine kendisini verir; doğnı ve yanlış tümceleri birbirinden ayırarak, doğru önermeler mantı ğına dayalı bir felsefe dili kurmayı amaçlar. Ancak bu dil ile hiçbir zaman bireşime gidilmez; kurgusal bir varlık, bilgi ya da değer ku ramı oluşturulmaz.
Çağdaş düşünce akımları içinde yer alan üçüncü eğilim ise genelde “yeni olguculuk” adı altında toplanabilecek olan, bilimdeki gelişmeleri göz önünde bulunduran bilimsel felsefe eğilimidir. Farklı bağlamlar ve çeşitlemeler içeren bu bilim ve teknoloji felsefelerini yapan pek çok kimse aslında bilim adamı olup kendi uğraş alanlarınm (fizik, biyoloji, kimya, matematik, astronomi) sınır problemlerini felsefeye taşıyarak bir tür “bilimler felsefesi metodolojisi” ya da epistemoloji yapmayı denemişlerdir. Bu bağlamda pek çok topluluğu sayabiliriz. Duyumcu-deneyci eleştiricilik konusun da E. Mach ile R. Avenarius. Bilim teorisi ya da Epistemolojide G. Bachelard, Canguilhem ve Popper; “bilim-teknoloji felsefesi ve tarihi” konusunda A, Koyre, Duhem, Kuhn, Lakatos ve başkaları; “fizik felsefesi” konusunda ise M. Planck, A. Einstein, Heisenberg, L. de Broglie, N. Bohr, S. Hawking ve diğerlerini sayabiliriz.
Bu eğilimleri daha aşağıda açıklamaya girişmeden önce felsefe tarihinin genel durumuna bir göz atalım. Bilindiği üzere 19. yy.da Alman idealizmi doruk noktasına ulaşırken, olguculuk ve maddecilik onun karşısında yer aldı. 18. yy. usçuluğuna bir tepki olarak do ğan Alman romantizmine de bu iki akım karşı çıktı. Bu sistemlerin dışında kalan bağımsız düşünce biçimlerinin örnekleri de gene bu yüzyılda görülebilir (Schopenhauer, Neitzsche gibi). 20. yy.da bir yandan Marksizm hem düşünce sistemlerini, hem de toplum yapısı nı etkilerken, öte yandan da Kara Avrupası’nda ortaya çıkan farklı renklerdeki düşünce eğilimleri (fenomenoloji, varoluşçu akımlar) ile angloamerikan geleneğinin ürünü olan pragmatizm, analitik felsefeler ve bunlara bağlı bilim ve teknoloji felsefeleri yüzyılımıza damgalarını vurdu. Felsefenin önemli özelliklerinden birinin, felsefe sistemlerinin yanlış olduklarının (ama doğru olduklarının da) hiç bir zaman kesinlikle ispat edilememesidir. Felsefe dizgelerinin görüşleri, Nietzsche’nin deyişiyle, dağların doruk birbirine ulaşan yankılar gibidirler. Bir anlamda hepsi birbirini dengelemekte, bütünlemekte ve varlıklarını etkili ve kalıcı biçimde sürdürmeye çalışmaktadır.
(…)
19. yy.da olgucu (pozitif) bilimlerde olduğu gibi insan bilimlerinde de gerçekleşen patlamaya felsefe ayak uyduramadı ve 20. yy.ın başlarında kendi üstüne kapanarak adeta uykuya daldı. Ne var ki bu çağın ortalarında felsefenin uyanışını sağlayan bazı önemli anlar yaşandı. Savaş sonrası bilimlerdeki dayanılmaz gelgitlere, çekip itmelere ve dalgalanmalara karşı koyamayan ve onların kıyılarına doğru yanaşanlar bulunmasına karşın, filozof olarak kalmayı başaranlar da olmuştur. Bilimlerin görkemli ilerlemelerinin cazibesine kapılarak o ufuklara doğru kayanlara katılmayan, felsefeye dönüşü simgeleyen filozofların başında Husserl, Sartre, Heidegger, Bergson, Freud, Whitehead gibi filozoflar gelir ve onların sanki “her şeye karşın felsefe” dediklerini duyar gibi oluruz. Tarihte pozitifliğin olmadığını anlayan bu çağ, hemen bütün fantezileri yeryüzünde cennet kurma ülküsüne yönelik en güzel dünya düşüncesini, ideal toplum projelerini ve ütopyalarını, daha öteye giderek de, bilimin erdemlerine ve teknolojinin bilgeliğine olan inancı silip süpürmüştür.
Kafalarda bir devrimin gerekliliğine olan inançla totaliter anlayışın kavramsallaştırılmasından ve sisler içindeki umutlardan nihayet vazgeçilmiştir. Felsefenin kendine dönüş çağı gelmiştir; artık o, ya modernizmi sürdürecek ya da silinip gidecektir. Böylece o, bilgi, etik, estetik, siyaset, doğa ve insan bilimleri ile felsefe arasındaki ilişkileri yeniden gözden geçiren bir “yeni felsefe” olmak durumundadır. Tüm insan başarıları üstüne bir düşünme etkinliği olarak felsefe, eleştirel-bireşimsel bir üst düşünmedir. Farklı disiplinlerin ürünlerinin birleştiricisi ve yönlendiricisi olarak felsefe, bir düşünme teknolojisidir de aynı zamanda. O, farklı özelliklerdeki bilgilerin bölünüp parçalanmalarına karşı çıkarken yine aynı zamanda bu bilgilerin üzerinde, tıpkı dansın beden üzerinde oynadığı gibi belirleyici bir rol oynar. Bu bakımdan felsefe, yanıtlardan çok sorularla ilgilenir; bir sonuca ulaşmaktan çok sürekli bir etkinliği amaçlar (philosophia perennis). Çünkü felsefe bir “yapmayı bilme” edimi olarak karşımıza çıkar. Nasıl bizim yerimize bir başkası nefes alamaz, uyuyamaz, sevemez ve yiyip içemez ise; tıpkı bunun gibi başka bir kimse de bizim yerimize ne düşünebilir, ne çalışabilir ve ne de düşüncemizi kendince kullanabilir. İşte bu bakımdan, düşünme kişiye özgü Özgür bir edimdir. Canlı, organik bir düşünme etkinliği olarak felsefe çalışması insanı yeniden kurar. Zaten böyle bir çalışma da, iş ve emekten başka bir değer kaynağı tanımayan insan için temel oluşturur. Bu bağlamda felsefe güçtür, çünkü o yalındır; yalın olan ise her zaman kolay değildir, karmaşık olan da her zaman güç değildir. Bu nedenle bilgilerimiz de yalın ve karmaşık olabilir ler. Felsefe nesnel bilgi vermez; bu yüzden de büyük, saltık hakikatler öğretmez. Ancak düşünme işlemleri gerçekleştirir; işte bu da onun güç yanıdır. Yukarıda değindiğimiz gibi bir “yapmayı bilme” edimi olarak felsefe işlemlerinde tutarlı bir zincirlenme, mantıksal bir dizgelilik ve bir yinelenebilirlik gözlenir. Felsefe sayesinde insan düşünmesini programlar, sistemli ve planlı düşünmeyi öğrenir ve sonunda bir görüş (vision) oluşturur. Programlı müzikte olduğu gibi planlı ve programlı düşünmede de doğal olarak bir tablo ortaya çıkar; bu tablo da düşünsel bir yorumdan başka bir şey değildir. İşte çözümü güç problemler ile ussal bütünlük arasındaki bu bağıntı felsefede temeldir ve felsefedeki bütünsellik eğilimi de bu temel olanı, ilk olanı açıklar.
20.yy. Düşünce Akımları-Nejat Bozkurt-Morpa Kültür Yayınları-2003

Hiç yorum yok: