15 Mayıs 2009 Cuma

20.yy.Düşünce Akımları
Kaynakça’da belirtilen yapıtın giriş bölümünden alınmıştır.
(…)Bilindiği gibi her çağ, içinde bulunduğu koşullarla oluşur ve bu koşulları yorumlayan felsefeler doğar. 20. yy. başlıca üç düşünsel eğilim sergiler. Bunlardan ilki spekülatif eğilimli felsefelerdir. Genelde toplum, insan ve dünyaya ilişkin konular, gözlem ve deneylerin ötesinde kavramsal bir bağlamda kuramsal olarak yorumlanırlarsa, bu tür düşünme biçimlerine spekülatif (kurgusal) felsefeler adını veriyoruz. Bireşimin ağır bastığı ve belli savlar içeren bu tür felsefeler çağın ilk yarısında önemli bir yer tutarlar. Örneğin 20. yy.ın hemen başlarında varlık ve bilgi anlayışının temeline sezgi’yi koyan Bergson’un “sezgicilik felsefesi” buna bir örnektir. Daha sonra sırasıyla Husserl’in “fenomenoloji”si, N. Hartmann’ın “yeni ontoloji”si, Max Scheler’in “felsefi antropoloji”si gelir. İki büyük savaş varoluşçu felsefelerin farklı tonlar içeren söylemlerinin ortaya çıkmasına neden olmuş (G. Marcel, J. P. Sartre, M. Heidegger ve K. Jaspers); bireyin ruhsal sorunları da derinlik psikolojisi ya da ruh çözümlemesi (psikanaliz) okulunun kurulma sına yol açmıştır. Sonuçları bakımından verimleri çağın ikinci yarı sına uzanan spekülatif felsefelerden bir başkası da kapitalizmin birey ve toplumda yarattığı sorunları ele alan ve toplumbilimsel eleştiri teorisi olarak adlandırılan Frankfurt okuludur. Bu döneme yapı salcılığı ve postmodernizmi de günümüze değin uzanan ve henüz son sözünü söylememiş kurgusal felsefeler olarak katmamız olanaklıdır.
20. yy.ın ikinci önemli felsefe eğilimi olarak karşımıza “analitik felsefeler” çıkmaktadır. Başta Viyana çevresi (Carnap, Schlick) olmak üzere “mantıksal pozitivizm” (B. Russell), “dil felsefesi” (Wittgenstein) gibi daha başka dallanmaları da içeren “analitik felsefe” genelde duyumu, mantık ilkelerini ya da dili temele alarak bilim ve felsefe önermelerinin çözümlenmesine kendisini verir; doğnı ve yanlış tümceleri birbirinden ayırarak, doğru önermeler mantı ğına dayalı bir felsefe dili kurmayı amaçlar. Ancak bu dil ile hiçbir zaman bireşime gidilmez; kurgusal bir varlık, bilgi ya da değer ku ramı oluşturulmaz.
Çağdaş düşünce akımları içinde yer alan üçüncü eğilim ise genelde “yeni olguculuk” adı altında toplanabilecek olan, bilimdeki gelişmeleri göz önünde bulunduran bilimsel felsefe eğilimidir. Farklı bağlamlar ve çeşitlemeler içeren bu bilim ve teknoloji felsefelerini yapan pek çok kimse aslında bilim adamı olup kendi uğraş alanlarınm (fizik, biyoloji, kimya, matematik, astronomi) sınır problemlerini felsefeye taşıyarak bir tür “bilimler felsefesi metodolojisi” ya da epistemoloji yapmayı denemişlerdir. Bu bağlamda pek çok topluluğu sayabiliriz. Duyumcu-deneyci eleştiricilik konusun da E. Mach ile R. Avenarius. Bilim teorisi ya da Epistemolojide G. Bachelard, Canguilhem ve Popper; “bilim-teknoloji felsefesi ve tarihi” konusunda A, Koyre, Duhem, Kuhn, Lakatos ve başkaları; “fizik felsefesi” konusunda ise M. Planck, A. Einstein, Heisenberg, L. de Broglie, N. Bohr, S. Hawking ve diğerlerini sayabiliriz.
Bu eğilimleri daha aşağıda açıklamaya girişmeden önce felsefe tarihinin genel durumuna bir göz atalım. Bilindiği üzere 19. yy.da Alman idealizmi doruk noktasına ulaşırken, olguculuk ve maddecilik onun karşısında yer aldı. 18. yy. usçuluğuna bir tepki olarak do ğan Alman romantizmine de bu iki akım karşı çıktı. Bu sistemlerin dışında kalan bağımsız düşünce biçimlerinin örnekleri de gene bu yüzyılda görülebilir (Schopenhauer, Neitzsche gibi). 20. yy.da bir yandan Marksizm hem düşünce sistemlerini, hem de toplum yapısı nı etkilerken, öte yandan da Kara Avrupası’nda ortaya çıkan farklı renklerdeki düşünce eğilimleri (fenomenoloji, varoluşçu akımlar) ile angloamerikan geleneğinin ürünü olan pragmatizm, analitik felsefeler ve bunlara bağlı bilim ve teknoloji felsefeleri yüzyılımıza damgalarını vurdu. Felsefenin önemli özelliklerinden birinin, felsefe sistemlerinin yanlış olduklarının (ama doğru olduklarının da) hiç bir zaman kesinlikle ispat edilememesidir. Felsefe dizgelerinin görüşleri, Nietzsche’nin deyişiyle, dağların doruk birbirine ulaşan yankılar gibidirler. Bir anlamda hepsi birbirini dengelemekte, bütünlemekte ve varlıklarını etkili ve kalıcı biçimde sürdürmeye çalışmaktadır.
(…)
19. yy.da olgucu (pozitif) bilimlerde olduğu gibi insan bilimlerinde de gerçekleşen patlamaya felsefe ayak uyduramadı ve 20. yy.ın başlarında kendi üstüne kapanarak adeta uykuya daldı. Ne var ki bu çağın ortalarında felsefenin uyanışını sağlayan bazı önemli anlar yaşandı. Savaş sonrası bilimlerdeki dayanılmaz gelgitlere, çekip itmelere ve dalgalanmalara karşı koyamayan ve onların kıyılarına doğru yanaşanlar bulunmasına karşın, filozof olarak kalmayı başaranlar da olmuştur. Bilimlerin görkemli ilerlemelerinin cazibesine kapılarak o ufuklara doğru kayanlara katılmayan, felsefeye dönüşü simgeleyen filozofların başında Husserl, Sartre, Heidegger, Bergson, Freud, Whitehead gibi filozoflar gelir ve onların sanki “her şeye karşın felsefe” dediklerini duyar gibi oluruz. Tarihte pozitifliğin olmadığını anlayan bu çağ, hemen bütün fantezileri yeryüzünde cennet kurma ülküsüne yönelik en güzel dünya düşüncesini, ideal toplum projelerini ve ütopyalarını, daha öteye giderek de, bilimin erdemlerine ve teknolojinin bilgeliğine olan inancı silip süpürmüştür.
Kafalarda bir devrimin gerekliliğine olan inançla totaliter anlayışın kavramsallaştırılmasından ve sisler içindeki umutlardan nihayet vazgeçilmiştir. Felsefenin kendine dönüş çağı gelmiştir; artık o, ya modernizmi sürdürecek ya da silinip gidecektir. Böylece o, bilgi, etik, estetik, siyaset, doğa ve insan bilimleri ile felsefe arasındaki ilişkileri yeniden gözden geçiren bir “yeni felsefe” olmak durumundadır. Tüm insan başarıları üstüne bir düşünme etkinliği olarak felsefe, eleştirel-bireşimsel bir üst düşünmedir. Farklı disiplinlerin ürünlerinin birleştiricisi ve yönlendiricisi olarak felsefe, bir düşünme teknolojisidir de aynı zamanda. O, farklı özelliklerdeki bilgilerin bölünüp parçalanmalarına karşı çıkarken yine aynı zamanda bu bilgilerin üzerinde, tıpkı dansın beden üzerinde oynadığı gibi belirleyici bir rol oynar. Bu bakımdan felsefe, yanıtlardan çok sorularla ilgilenir; bir sonuca ulaşmaktan çok sürekli bir etkinliği amaçlar (philosophia perennis). Çünkü felsefe bir “yapmayı bilme” edimi olarak karşımıza çıkar. Nasıl bizim yerimize bir başkası nefes alamaz, uyuyamaz, sevemez ve yiyip içemez ise; tıpkı bunun gibi başka bir kimse de bizim yerimize ne düşünebilir, ne çalışabilir ve ne de düşüncemizi kendince kullanabilir. İşte bu bakımdan, düşünme kişiye özgü Özgür bir edimdir. Canlı, organik bir düşünme etkinliği olarak felsefe çalışması insanı yeniden kurar. Zaten böyle bir çalışma da, iş ve emekten başka bir değer kaynağı tanımayan insan için temel oluşturur. Bu bağlamda felsefe güçtür, çünkü o yalındır; yalın olan ise her zaman kolay değildir, karmaşık olan da her zaman güç değildir. Bu nedenle bilgilerimiz de yalın ve karmaşık olabilir ler. Felsefe nesnel bilgi vermez; bu yüzden de büyük, saltık hakikatler öğretmez. Ancak düşünme işlemleri gerçekleştirir; işte bu da onun güç yanıdır. Yukarıda değindiğimiz gibi bir “yapmayı bilme” edimi olarak felsefe işlemlerinde tutarlı bir zincirlenme, mantıksal bir dizgelilik ve bir yinelenebilirlik gözlenir. Felsefe sayesinde insan düşünmesini programlar, sistemli ve planlı düşünmeyi öğrenir ve sonunda bir görüş (vision) oluşturur. Programlı müzikte olduğu gibi planlı ve programlı düşünmede de doğal olarak bir tablo ortaya çıkar; bu tablo da düşünsel bir yorumdan başka bir şey değildir. İşte çözümü güç problemler ile ussal bütünlük arasındaki bu bağıntı felsefede temeldir ve felsefedeki bütünsellik eğilimi de bu temel olanı, ilk olanı açıklar.
20.yy. Düşünce Akımları-Nejat Bozkurt-Morpa Kültür Yayınları-2003

20.yy.Genel Görünüm
SANAT
20. yy.da modern sanat ile çağdaş sanat kavramları iç içe geçmiş durumdadır. Değişen toplumsal ve ekonomik ortamın koşullarına uygun bir sanat yaratma çabasıyla geleneksel, tarihsel ya da akademik biçim ve kalıpları yıkmaya yönelen modern sanat, çok çeşitli akımları, kuramları ve eğilimleri içermektedir. l890’larda Avrupa’da birbiri ardınca ortaya çıkmaya başlayan akım ye üsluplar modern sanatın çekirdeğini oluşturmuştur. 1900-1910 yılları arasında resim anlayışlarında köklü değişimler yaşanmıştır. Bu akım ve üslupların en önemlileri arasında yeni izlenimcilik, simgecilik, na bi’ler, art nouveau, fovizm (1905), kübizm (1907), soyut resim (1910), gelecekçilik (fütürizm), dışavurumculuk (ekspresyonizm), Ascan okulu, süprematizm, yapımcılık (konstrüktivizm), ışıncılık, orfizm, metafizik resim, vortisizm, de stijl, pürizm, dadacılık, yeni nesnelcilik, gerçeküstücülük (sürrealizm), toplumsal gerçekçilik, soyut dışavurumculuk, ham sanat (brüt sanat), pop sanat, minimal sanat,kavramsal sanat ve yeni dışavurumculuk sayılabilir.
Betimleyici olmayan ve fıgürlere yer vermeyen (non-figüratif) sanat ile soyut sanat, 20. yy. boyunca önemini koruyan eğilimlerin başında gelmekteydiler. Soyut sanatçılar (1910) doğal görünümleri ya da biçimleri olduğu gibi yansıtmaktan kaçındılar. Bu sıralarda fotoğrafın ve fotomekanik kopya tekniklerinin gelişmesi de sanatın gelişimi üzerinde çok açık olmamakla birlikte önemli etkiler bırakmış; bir anlamda, o güne değin fizik dünyayı doğru olarak betimleme aracı gibi görülen resmi bu durumdan kurtarmıştı. Birbirlerinden farklı tavırları ve anlatım biçimleri olmasına karşın çağdaş sanatların hepsinin ortak noktası, 20. yy. yaşamının değişen koşullarına karşı duyulan duygusal tepkiyi dile getirme isteği olmuştur. Belki de bu yüzden çağçıl ressamlardan Franz Marc, gönülsüzce olsa gerek, şöyle diyordu: “Geleceğin sanatı artık bilimsel yorumlarımıza koşut biçimlendirmeler yapmak zorunda kalacaktır.” Resim sanatının olanaklarını bu doğrultuda değerlendirmeleri açısından sanatçıların hemen hepsi moderndi. Değişen koşulların başında hızlı yoğun teknolojik değişimler, bilimsel bilgi ve görüşlerin hızla yayılması, geleneksel inanç ve değerlerin görünüşteki anlamsızlığı. Batılı olmayan kültürleri anlama çabaları geliyordu.
20. yy. mimarlığındaki gelişmeler de, kütlelerin ve biçimlerin ritmik düzenlemesiyle, geometrik bir temanın ışık ve gölge ile ifade edilmesiyle, sanayileşen toplumun gereksinimi olarak ortaya çıkan yeni yapı tipleriyle yakından bağlantılıydı. Böylece Chicago okulu, işlevsel (fonksiyonalizm), art deco, art nouveau, de stijl, bauhaus, uluslararası üslup, yeni brütalizm ve postmodernizm gibi akımlar en ‘Önemli çağdaş mimarlık üslup ve eğilimleri arasında yer aldı.
Müzik
Plastik sanatlardaki bu gelişmelere paralel olarak 20. yy.da müzik alanında da köklü değişimler yaşanmıştır. Arnold Schönberg, öğrencileri Anton Webern ve Alban Berg ile birlikte on iki ton (Atonal) müziğini oluşturdular. Müzikte, kompozisyonun büyükçe bir bölümünün yinelenmesine dayalı bir teknik alan “dizisellik” (seriyalizm) ya da seriyal müzik ile on iki ton müziği terimleri arasında çağdaş kullanımda çoğu kez ayrım yapılmakla birlikte, daha kesin bir tanımla, on iki ton müziği seriyal müziğin yalnızca bir örneğini oluşturmaktadır. Arnold Schönberg ve on iki ton müziğinin öteki temsilcileri, kompozisyonda sesleri dizisel olarak düzenleme yöntemini benimserken, diğer bazı besteciler de müziğin başka öğelerini dizileştirmeye yönelmişlerdir. Örneğin Pierre Boulez yapıtlarında ses, ritm, tonalite (gürlük derecesi) ve notaların çalınış biçimini dizisel öğeler olarak kullanmıştır. 20. yy.ın ilk çeyreğinde birkaç besteci (Charles Ives, 3. M. Hauer), bazı teknik özellikleriyle Schönberg’in on iki ton müziğine benzeyen besteler yazarak onun habercisi olmuşlarsa da bu teknik Schönberg’in buluşu olarak kabul edilmiştir. Onun tanınmış öğrencileri arasında bulunan Avusturyalı Anton Webern ile Alban Berg de on iki ses müziği yazmışlarsa da bu tekniği öğretmenlerinden farklı bir biçimde uygulamışlardır. Çağdaş müzikteki değişimi simgeleyen on iki ton müziğinden örnekler vermiş öteki önemli besteciler arasında Igor Stravinski, Hans Werner Henze, Ernst Krenek ve Karlheinz Stockhausen sayılabilir.
Öte yandan izlenimci ressamların genel estetik yaklaşımından etkilenmekle birlikte, bestelerinde disharmonik müziğe benzer tekniklerden yararlanmayan izlenimci müzikçiler de vardır. İzlenimci müziğin genellikle narin, edilgen ve ruh haline bağlı olduğu düşünülürse de gerçekte bu tür müzikte ölçülülük, vurgudan kaçınma ve durağanlık belirgindir. Bestecinin başlı başına güzel ve gizemli bir amaç olarak gördüğü saf sese duyduğu hayranlık; son derece çarpıcı, renkli bir etki yaratır. Teknik yönden bu özellikler çoğunlukla armoninin durağanlığı, tonalitenin belirsizliği, keskin biçim karşıtlıklarıyla ritmik atılımların bulunmayışı ve melodi ile eşlik arasındaki ayırımın bulanıklaşmasından doğar. Her ne kadar müzikteki izlenimciliğe, romantizmin aşırılıklarından uzaklaşma hareketi olarak bakılırsa da, bu akımın temel özelliklerinin pek çoğu Franz List, Richard Wagner ve Aleksandr Scriabin gibi dışavurumculuğun romantik öncüleri sayılan bestecilerin yapıtlarında da görülebilir. İzlenimci müzik alanında başı çeken Claude Achille Debussy’den başka Maurice Ravel, Frederick Delius, Ottorino Respighi, Manuel de Falla, Karol Szymanowskı ve Charles Griffes gibi sanatçılar da izlenimci besteciler arasında sayılırlar. Bundan başka 20. yy. müziğine damgasını vurmuş besteciler arasında farklı eğilimleri yansıtanlar ve birer doruk noktası oluşturanlar da bulunmaktadır Bela Bartok, İgor Stravinski, Sergei Prokofiev, Şostakoviç gibi adlar çağın önde gelen kompozitörleri arasında sayılabilirler.
BİLİM VE TEKNOLOJİ
Şimdi de 20. yy.da bilim ve teknoloji alanlarındaki gelişmelere bir göz atalım. Bilindiği gibi 19 yy’ ın sonunda doğaya bütünüyle egemen olma düşlemi hemen hemen gerçekleşmiş gibi görünmekteydi. Ama bu iyimser güvenin gerçekçi olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Atomların saldığı ışınımların, bilinen mekanik ilkelerle açıklanması gitgide güçleşmekteydi. Daha da önemli bir sorun, fiziğin, varlığının gösterilmesi bir türlü olanaklı olmayan bir maddenin, esirin (ether), hipotetik niteliklerine gün geçtikçe artan bir biçimde bağımlı duruma gelmesiydi. On yıl gibi kısa bir süre içinde, yaklaşık 1895 ile 1905 yıllan arasında, bu ve buna benzer sorunlar doruğa ulaştı ve 19. yy.ın büyük çabalarla oluşturduğu mekanikçi sistemin yıkılmasına yol açtı. X ışınlarının ve radyoaktifliğin bulunması, atom yapısının sanıldığından çok daha karmaşık olduğunu ortaya çıkardı. Max Planck’ın ısıl ışınım problemine getirdiği çözüm, enerji kavramına, klasik termodinamikle açıklanması olanaksız bir kesinsizlik ya da kesiklilik niteliği kazandırıyordu, böylece 1900 lu yıllarda kuvanta mekaniğinin doğuş sancıları başlamıştı. Bütün bunlardan daha şaşırtıcı ve kaygılandırıcı bir gelişme de, Albert Einstein’ın 1905’te ortaya attığı “özel görelilik” kuramı oldu. Bu kuram, esir (ether) kavramını ve bu kavrama dayalı fiziği tümden yıkmakla kalmıyor, fiziği, olguların gözlenmesi yerine, olgularla gözlemciler arasındaki ilişkilerin incelenmesi biçiminde yeniden tanımlıyordu. Gözlenen olgunun, gözlemcinin olguya göre hızına ve bulunduğu yere bağlı olduğu ortaya çıkıyor; mutlak uzay kavramının bir kurmaca (fiction) olduğu anlaşılıyordu. Fiziğin temelleri parçalanıp yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
Fizikteki bu çağdaş devrimin henüz ne bilim tarihi açısından bu tümüyle özümsenmiş olduğunu, ne de felsefe tarafından algılanabildiğini. söyleyebiliriz. Yalnız şu kadarı söylenebilir ki, bilim 20. yy. başlarında ortaya çıkan bütün sorunlarla, ancak eskisinden bütünüyle farklı yeni bir fizik bilimi oluşturarak başa çıkabilmiştir. Bu yeni fizik biliminde artık mekanik modellere yer yoktur; çünkü. örneğin ışık gibi kimi süreçler için çelişkisiz bir model oluşturmak olanaksızdır. Artık fiziksel gerçekliğin kesinlikle bilinebileceğinden değil, ancak bazı ölçümlerin yapılabilmesi olasılığından söz edilebilmektedir. Bütün bu saptamalara karşın 20. yy. biliminin gerçekten şaşılacak başarılar elde ettiğimden kuşku duyulamaz. Yeni fizik (kuvantum mekaniği, görelilik kuramı, parçacık fiziği) sağduyuya aykırı düşen sonuçlara varmış gibi görünse de, fiziksel gerçekliğin sınırlarına ulaşıp bunları incelemeyi olanaklı kılınıştır. Geliştirilen aygıtlar ve ulaşılan matematiksel yetkinlik sayesinde temel (atomaltı) parçacıklar kolaylıkla gözlenip denetlenebilmekte, evrenin oluşumunun ilk anları canlandırabilmekte (Stephen Hawking), böylece bütün evrenin yapısı, geleceği,. başlangıcı ve sonu önceden sezilebilmektedir. .
Fizikteki devrim kimyayı ve biyolojiyi de etkilemiştir. Böylece atomlarla moleküllerin ve hücrelerle bunların genetik yapılarının akla hayale gelmez ölçülerde denetlenebilmesi olanakları (biyoteknoloji) ortaya çıkmıştır. Günümüzde moleküllerin isteğe uygun olarak biçimlendirilmesi basit bir işlem haline gelmiştir. Genetik mühendisliği evrim sürecine etkin olarak müdahale olanağı sağlamış; canlı organizmaları, insan da dahil olmak üzere, özel amaçlara uygun olarak biçimlendirme (klonlama tekniği) gündeme gelmiştir.
Bu ikinci bilimsel devrim, sonuçları yararlı da zararlı da olsa insanlık tarihinin en önemli olgusu olmaya adaydır.
1900’lü yıllarda Max Planck’ın “kuvantlar kuramı”m ortaya koyduğu sıralarda Sigmund Freud da “Die Trüumdeutung” (RüyaYorumu) adlı yapıtıyla psikolojide devrim yaratan bir anlayışı geliştirmiştir. Derinlik psikolojisi ya da psikanaliz kuramı olarak bilinen insanın içdünyasına bu yeni bakışın temel ilkeleri sözü geçen yapıtta ortaya konmuştur. Bundan sonra art arda yayımladığı eserleriyle ünü gittikçe artan ve birçok ülkeden kalkıp gelen genç doktor adaylarının çevresinde toplanmasına neden olan Freud’un kurup geliştirdiği psikanalitik kuram, 20. yy.ın insani bilimleri platformunda en çok tartışılan konularından biri olmuştur. Önermiş olduğu kavram ve. mekanizmalar bilimsel düzeyde yoğun araştırma ve tartışma konusu yapılmış, bazılarının destekleyici nitelikte bulgular ortaya çıkarılmış fakat hemen hemen hiç birinin bilimsel geçerliliği kesin olarak kanıtlanamamıştır. Bu konuda özellikle organisist görüşü savunanların eleştirileri sonucu organo-dinamik öğretiler (Wilhelm Reich, Erich Fromm) doğmuştur. Kendisine yöneltilen eleştirileri psikanalitik çerçeve içinde yanıtlamaya çalışan Freud sonrası psikanaliz kuramları ise, bir ölçüde Freud’un görüşlerinin zaman içinde değişime ve evrime uğraması sonucu birbirleriyle çelişmeler gösterirler. Ne var ki Freud’un görüşleri 20. yy.da, felsefi ve siyasi düzey de de, boyutları Descartesçı insan anlayışından Marksizme varan geniş bir alanda, eleştirinin ağırlık kazandığı verimli tartışmalara yol açmıştır. Görüşlerine yöneltilen eleştirilere karşın Freud’ün düşünceleri, antropoloji, eğitim, toplumbilim, tarih felsefe ve psikiyatri gibi bilim dallarında yazın alanında dinde ve yaşamın hemen her kesiminde etkili olmuştur. Günümüzde birçok eklemlenmelere uğrayarak başlangıcındaki durumundan. farklı olan psikoanaliz kuramı pek çok tıp merkezlerinde psikoterapi ve psikiyatri adıyla kendisine yer bulmuş ve bugüne değin de birçok davranış bozuklu i ortaya çıkararak pekçok hastayı iyi etmiştir..
Teknoloji
Bilimlerin, pratik yaşam gereksinimlerinin karşılanmasına ya da insanın çevresini denetleme biçimlendirme ve değiştirme çabalarına yönelik uygulamalarına teknoloji (uygulayımbilim) diyoruz Teknoloji, bilimsel bilgi üretimlerinin yaşama geçirilmesidir. Öte yandan bilimsel araştırmalardan elde edilen somut ve yararlı sonuçları verimli ve bunlara ilişkin araç, yöntem ve süreçlerin bütününü ifade eden bir anlama da sahiptir teknoloji. Alet yapma yeteneği, insan türünü öteki canlılardan ayıran temel bir nitelik olduğu için de insan, ta baştan beri teknoloji üreten bir varlık olarak bilinir ve teknolojinin tarihi insanlığın tüm evrimini içerir. İlk uygarlıklardan sanayi devrimine değin (İ.Ö. 3000-İ.Ö. 1875) teknolojinin gelişiminde uzun ve zorlu bir yol kat edilmiştir.
Teknolojik gelişmenin giderek ivme kazandığı ve günümüzdeki baş döndürücü hıza ulaştığı 20. yy.ı, 1945 ‘e değin ve 1945 ‘ten sonra olmak üzere iki döneme ayırmak olanaklıdır. Hiroşima’ya ilk atom bombasının atıldığı 1945 yılı nükleer çağın başlangıcı; ama bir başka açıdan da bilgisayar çağının başlangıç yılı olarak kabul edilebilir. 1900-1945 yıllan arasında dünyamız iki büyük savaş yaşamış, 1945 sonrasında ise üçüncü bir dünya savaşının gölgesi altında (soğuk savaş) barışı sürdürebilmiştir. 1900-1945 döneminin başlıca teknolojik gelişmelerini şöyle özetleyebiliriz: Enerji alanında, elektrik enerjisi üretimi dev boyutlara ulaşmış, 1913’te petrolün işlenmesinde kraking yönteminin bulunması, plastikler, yapay kauçuk ve yapay elyaf üretimi açısından çok önemli bir adım olmuştur. 1911 ‘de vitaminlerin belirlenmesi, 1928’de penisilinin keşfi ve 1943 ‘te de antibiyotiğin üretimine geçilmesi sağlık alanındaki önemli gelişmeler arasında sayılabilir. 1895 ‘te X ışınlarının bulunmasıyla başlayan bir dizi buluş (radyoaktiflik, yapay radyoaktiflik ve 1938’de çekirdek bölünmesi) nükleer çağın yolunu açmış; 1903 ‘te ilk uçuşunu yapan uçak, sonraki yıllarda gaz tribünüyle donatılarak jet uçağına dönüşmüş ve 1960’larda sesüstü hızlara ulaşmıştır. Bu dönemde yer alan en önemli gelişmelerden biri de 1901 ‘de radyonun, 1907’de de elektronik lambanın geliştirilmesidir. Böylece modern teknolojinin en önemli bileşeni durumuna gelecek olan elektronik alanında ilk adımlar atıldı ve bunu radar ve televizyonun (siyah-beyaz 1929, renkli 1953) geliştirilmesi izledi.
1947 yılında transistorun bulunması, elektroniğin her alamnı büyük ölçüde etkiledi; ama bu etki en çok bilgisayarlarda gözlendi. Sonraki yıllarda tümleşik (integral) devrenin geliştirilmesi, mikro işlemcileri, sanayinin, bilimsel araştırınalann ve giderek günlük yaşamın aynlmaz parçası durumuna getirdi. Otomasyon, robotlar ve yapay zekâ (artificial intelligence) bu alandaki en önemli gelişmeler oldu. 1957 ‘de Sputnik 1 ‘le başlayan uzay çağı serüveni, 1961 ‘de Vostok 1 ‘le gerçekleştirilen ilk insanlı uzay uçuşu, 1966’da Lunik 1 ‘le Ay’a yapılan ilk yumuşak iniş, 1969’da Apollo 11 ‘le insanın Ay’a ilk kez ayak basması gibi bir dizi başarıyla devam etti. Bu başarılar, öteki gezegenlere yönelen insansız uçuşlarla ve 1981 yılın da uzay mekiğinin geliştirilmesiyle artarak sürdü.
20. yy.daki en önemli ve tartışmalı gelişmelerden biri de genetik mühendisliği olmuştur. Teknolojinin bilim temeline oturtulmasıyla, 19. yy.dan bu yana bilimsel bilgiden yararlanan teknolojide önemli gelişmeler sağlanmış, öte yandan teknolojik süreçlere de bilimsel ilkelerin uygulanmaya başlandığı gözlenmiştir. Böylece bilim ve teknoloji arasındaki etkileşim sonucunda sistem mühendisliği ve yöneylem araştırmacılığı gibi yeni disiplinler; benzetim (simülasyon) ve matematiksel modelleme gibi yeni yöntemler ortaya çıkmıştır.
Teknolojinin çeşitli uygarlıklarda tarih boyunca gösterdiği gelişmede, toplumla ilişkiler açısından, başlıca üç özellik dikkati çekmektedir: Bu özellikleri toplumsal gereksinim, toplumun kaynakları ve toplumsal ortam ile ilgi başlıkları altında toplayabiliriz. Teknolojik gelişme, günümüzde pek çok sorunu da beraberinde getirmiş olmakla birlikte; onun egemenliği altına girmeden ve ona yabancılaşmadan teknolojiyle uyum içinde yaşamanın yollarını aramak gerekmektedir. Zaten günümüz toplumları bu olumsuz gelişmeler karşısında önemli kararlar almak durumundadırlar. Teknolojik geliş meyi toplumsal amaçlarla uyumlu olacak biçimde denetleyip düzenlemenin gerekliliği ve yaşamın her alanında onsuz olunamaya cağı göz önünde bulundurulmalıdır.
Öte yandan teknolojinin günümüzde çok büyük bir hızla ilerlediği de dikkate alındığında, birey ve toplumlara büyük bir sorumluluk yüklenmektedir.Teknolojik gelişmenin ortaya çıkardığı temel sorunları dört ana başlık altında özetleyebiliriz: Nükleer teknolojinin yol açtığı sorunlar, nüfus pat laması, doğal kaynakların hızla tükenmesi, çevre sorunları ve öbür toplumsal sorunlar (açlık, salgın hastalıklar, savaş ve terörizm). Nükleer teknolojinin denetimi sorunu, temel olarak siyasal bir so nın biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu sorunun temelinde, dün yanın, her biri bir devlet biçiminde örgütlenmiş olan çeşitli uluslara ayrılmış yapısı yatmaktadır. Soğuk savaş döneminde nükleer silahlar ulusların tepesinde Damokles’in kılıcı gibi sallanmışlar ve uzun yıllar toplumlara korkular yaşatmışlardır. Atom bombalarının gezegenimizi yok edecek sayıda olması, bilim adamının toplumuna karşı görev ve sorumluluğu konusunu ciddi bir biçimde gündeme getirmiştir. Teknolojinin yalnızca bir araç olduğu, yapıcı amaçlar için de, yıkıcı amaçlar için de kullanılabileceği genel olarak kabul gören bir görüştür. Buradaki temel sorun, kullanım biçimini toplumların hangi amaç ve süreçlerle belirleyeceği sorunudur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra hiç değilse şimdilik böyle bir tehlike gündemden çıkmış gibi görünmektedir; ama yine de atom bombası hammaddesi kaçakçılığı ve nükleer silahların ter eline geç me tehlikesi gündemdedir.
İnsanlık eğer nükleer yıkım tehlikesini atlatabilirse, çok yakın bir gelecekte büyük bir nüfus patlaması sorunuyla karşı karşıya kalacaktır. Bu sorunun çözümünde, modern teknolojinin de yardımıyla, tutulabilecek iki yol var gibi görünmektedir. Bunlardan birincisi doğum kontrolü yöntemlerinin geliştirilmesi ve uygulanmasıdır. Ne var ki teknolojinin bu konuda sunduğu olanaklara, kimi ahlaksal değerlere ve dinsel tabulara dayanılarak karşı çıkılmaktadır. Bu tutu mu 1994 yılında yapılan Dünya Nüfus Kongresi ‘nde izledik. Hıristiyan ve İslam dünyasının tutucu çevreleri nüfus kontrolüne karşı çıktı. Ancak dünya nüfusuyla yeryüzü kaynakları arasında belirli bir dengenin sağlanabilmesi için çatışmanın bir biçimde çözülmesi gerekmektedir. Öte yandan en iyimser tahminler bile, uygulanacak doğum kontrol programlarıyla nüfus artış hızında 20. yy.ın sonunda ancak küçük bir azalma sağlanabileceğini öngörmektedir. Bu durumda dünya gıda üretiminin artıniması için çok yoğun çabaların harcanması gerekmektedir. Modem teknolojinin bu çabada çok büyük katkısının olacağı kuşkusuz. Çağdaş toplumların, modern teknolojinin de etkisiyle, karşılaştıkları en önemli sorunlardan bir baş-kası çevre sorunu olarak karşımıza çıkmakta. İnsanoğlu yüzyıllar dan beri çevreye zarar veren etkinlikler içinde bulundu. Ama günümüzde, bir yandan nüfusun aşırı biçimde artmış olması, öbür yan dan sanayileşmenin ulaştığı düzey, çevre sorununu dünya çapında bir bunalıma dönüştürmüştür. Bunalıma yol açan temel nedenin teknolojinin kendisi değil, insan tarafından kullanılış ve uygulanış biçimi olduğunu vurgulamakta yarar var. Tarihin varılan bu noktasın da insanlık yok olma ya da sağlıklı gelişmeye giden yollardan biri arasında bir seçim yapma durumundadır. Bu seçiminde ona felsefi düşünmenin problem çözen ve yol gösterici model üreten etkinliğinin yararlı olacağı kuşku götürmez.
SİYASİ
20. yy.da yaşananlar sanki “uyumlu uyumsuzluklar” dan oluşan bir süreci andırmakta. Siyaset ve ekonomi alanında çağın ilk on yılında, “La Belle époque" döneminde, geleceğin toz pembe olacağı varsayılmaktaydı. Buhar gücüne elektriğin eklenişi teknolojide hızlı bir gelişimi doğurdu. 1905 yılında Sovyet devriminin ilk provası yapıldı. Kapitalizm, Marksizm ve Faşizm gibi siyasal ya da ekonomik boyutlu ideolojiler toplum politikaları olarak ortaya çıktılar. 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı’nı, büyük imparatorlukların dağılması izledi. Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve nihayet Rusya Çarlığı yıkılırken, bu çok uluslu rejimlerin yerine genç ve yeni toplumlar geçti. 1917’de Sovyet devrimi ile dünya ilk kez sosyalist bir toplum modeliyle karşılaştı. Dünya pazarlarını ele geçirme yarışı ve üretimdeki artışa oranla dünya ya egemen olma anlayışı ön plana geçti. 1939’da başlayan II. Dünya Savaşı da bir ekonomik üstünlük savaşı olarak görünmekle birlikte, bilim ve teknolojideki üstünlüğü de vurgulamaktaydı. Söz konusu süreç bugün için de geçerlidir. 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılışıyla ortaya çıkan sosyo-politik durum bir süre belirsizlikler yaratmışsa da, resmi ideoloji olarak sosyalizmin dünyaya egemen olma iddiasından vazgeçmesi, yerini dinsel akımların almasına bıraktı. Öyle görünüyor ki komünist ideoloji sanki dinsel ideolojileri dengelemekte, birinin zaafı öbürünün öne çıkmasına yaramaktadır. l990’lı yıllar bu izlenimlerin gözlenmesiyle geçmiştir.
Sonuç
20. yy.da farklı biçimlerde ve yönlerde ortaya çıkmış olan felsefi söylemleri önyargısız ve betimleyici bir yöntemle gözlemlemeye ve ortaya çıkan sonuçları da çözümleyici bir irdelemeden sonra bireşimci bir biçimde yorumlamaya çalıştık. Geleneksel iyimserlik (optimizm) ile kötümserlik (pesimizm) felsefesi arasında umudumuzu yitirmeden daha iyici (meliorist) bir düşünceyi somutlaştırmaya çalıştık. Felsefe dizgeleri de Duhem’e göre tıpkı fizik bır kuram gibi zihnin yalın ve an bir görüşü olarak benimsenmeli, yapay bir kurma (konstrüksiyon) olarak anlaşılmalıdır. 20. yy. bilimlerinin temel ilkeleri arasında doğan kriz artık matematik-mantıksal saltıklıklardan söz edilemeyeceğini göstermiştir. Gaston Bachelard’ın dediği gibi “Bilimde artık ilk doğrular yoktur; yalnızca ilk yanlışlar vardır.” Günümüzde geçerli olan yeni usçuluk,. kuramsal olmayan ama uygulamaya yönelik olan bir usçuluktur (rationalisme appliqud) Yine günümüzde egemen olan felsefe de artık bir evet in düşüncesı değil, ama bir “hayır”ın felsefesidir Yukarıda gördüğümüz gibi 1905 yılında Einstein’ın başlangıçta değişmezler kuramı (spezıelle relativıtatst heone) adını alan teori 1908 yılında Minkowski’nin de katkılarıyla uzay ve zaman boyutunun matematiksel formülasyonuyla genişletilerek 1910 yılında genel görelilik kuramı (allgemeine relativitatstheorie) adını almıştır. Böylece Einstein’ın buluşları eski evren anlayışını temelden sarsmış mikro ve makro fizik evrensel çekimin dışına taşmış, W. Heisenberg in atomaltı dünyasında karşılaştığı belirsizlik bağıntıları determinizmin sarsılmasına yol açmıştır. Ayni biçimde Niehls Bohr’un çekirdek fiziğindeki yeni yorumları da evren öğretisini tümüyle değiştirmiştir. Dalga mekaniği; kuvanta kuramı, Broglie kardeşlerin buluşları, Batı bilimsel düşünüşünde köklü değişmelere yol açmıştır. Çağımızın paradoksal gibi görünen belirtilen ya da ortaya çıkarılan bulguları bilimlerden felsefelere, politikalardan teknolojilere değin uzayıp gitmekte ve günümüze kadar gelmektedir. Bilimlerin temellerindeki kriz yine yukarıda değindiğimiz gibi çağın hemen başında estetik dünyasına da yansımış, böylece soyut sanat, dizisel müzik, kolaj sanatı ortaya çıkmış ve geleneksel yapılarda çeşitli dönüşümlere neden olmuştur.
20.yy. Düşünce Akımları-Nejat Bozkurt-Morpa Kültür Yayınları-2003
20.Yüzyıl Felsefesi
Batı felsefe tarihinin 20.yüzyılını, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan derlemek neredeyse olanaksız görünüyor. Geçtiğimiz yüzyılı genel hatlarıyla sunmak amacını taşıyan bir derlemenin hangi alt başlıkları içermesi gerektiği de yine bir sorun. Geçen yüzyılların aksine, alabildiğine dallanıp budaklanmış, alt uzmanlık alanlarında gelişen, dizgesel çevrelerin yanı sıra, onlarla karşıtlık içinde, bireysellik yanı ağır basan içkin düşünme yöntem ve içeriğine sahip bir çoklukla karşı karşıyayız.
Özellikle 20.yy.ın ikinci döneminde, izlerine geçmişte de rastlanan, ancak çok daha eleştirel ve yıkıcı olan, doğrudan felsefenin kendisine yönelen yaklaşımlar da söz konusudur.
Ayrıca, günümüzde halen yaşamını sürdüren, felsefe tarihinin sayfalarında yer almayı hak eden ve edecek düşünürlerin değerlendirmesini yapmak haddini ve yetkinliğini kendimizde bulmadığımız için, burada yer almayan ya da yer almayı henüz hak etmeyen isimler konusundaki uyarılarınıza açık olduğumuzu belirtmeliyiz.
Düşüncenin yaşam gerçekliğinin içinde ve olup bitenler ile ilintili olduğunu gözardı etmemeliyiz. Bu ilişki, farklı düşünme yordamları ve varoluş katmanlarında kurulur. Düşünme bir aşkınlık alanında devineceği gibi, nesnellik iddiası taşıyarak öznelerarası kurguları da temellendirmeye çalışır. Diğer yandan, düşünce yaşadığı dönemi çözümlemeye, anlamaya, yorumlamaya, temellendirmeye, hayatı dönüştürmeye, ya da kaçış seçenekleri ortaya koyma çabasına girişir. Bu yönüyle çağdaş felsefeleri anlamlandırmanın, onları tarihsel bağlamlarının (ve düşünürlerin yaşamöykülerinde) içinde değerlendirmekle olanaklı olabileceğinden hareketle, yirminci yüzyılın genel bir görünümüne bakarak ilerlemeyi düşündük.
20.yy.da, batı merkezli insanlığın çılgın koşusu, özellikle bilim ve teknoloji alanında doruğuna ulaştı. Çıkış döneminde felsefenin yönlendirdiği bilimler, çağımızın ortamında felsefenin varoluşsal temellerini sarsar hale geldiler.
19.yy.sonunun bunalımlı havası, 20.yy başında anamalcı tüketim ekonomisinin etkisiyle göreli iyimserlik ortamına dönüştü. Ancak dönemin rekabet koşulları ve yayılmacı politikalar, sonu savaşla biten uzlaşmazlıklara neden oldu. Dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük iki savaş, ardından gelen silahsız savaş dönemi, yüzyılın tüm vaadlerini sildi süpürdü. Büyük acılara yol açan kitlesel savaşlar, yerini ironik bir şekilde kitle imha silahlarının ürettiği dehşet dengesinin barışına terk etti. Ama irili ufaklı yerel ve bölgesel savaşlar hiç bitmedi. Yüzyılın son çeyreğinde başlayan yumuşama, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonuçlanan bir dizi yeni siyasal sorun yarattı. Etnik temelli çatışmalar, sınırların yeniden çizilmesi aşamasında büyük acıların çekilmesine neden oldu.
İletişim, ulaşım, tıp, uzay teknolojisi ve fizik alanındaki gelişmeler, insan yaşamını kolaylaştıran yanlarıyla olumlu etki yaparken, kitlesel üretimin yol açtığı çevre sorunları yüzyılın sonunda görünür hale geldi. Isınma, çevre kirliliği, açlık, çevre kirliliğine yol açan büyük kazalar, sınırları aşan boyutlarda yeni sorunlara yol açtı.
Yüzyıl “yeni dünya düzeni” söylemleri ile sona erdi.
Yaşamın anlamlandırılmasının, betimlenmesinin başka bir boyutu olan sanat alanındaki gelişim ve değişmeler, çok genel hatlarıyla vermeye çalıştığımız genel görünüm dikkate alarak değerlendirilebilir. Sanat düşünce ilişkisi de yine aynı çerçevede ele alınmalıdır.
“Kendinden öncekilerin yinelemesi olmak istemeyen, değişen dünyanın sanatını yaratmak isteyen, yazarlar, ressamlar, müzikçiler, mimarlar geleneğin zincirini kırarak, çağının tanıklıkları içinde öncü sanat anlayışı ile harekete geçtiler.” Yapıtlara, dönemlerinin iyimserlik ve karamsarlıkları yansıdı. Birbirini izleyen öncü dalgalarda, biçim, içeriğin en önemli bileşenlerinden biri oldu.
Düşünceyi etkileyen ve düşünce tarafından etkilenen olguların daha geniş görünümü için birkaç bağlantı veriyoruz:
20.yy.Genel Görünüm
Postmoderniteyi Anlamak
Düşünce
Yüzyılın başında dikkati çeken eğilimler neydi? Her şeyden önce, başlangıcını XVII.yy.a kadar geri götürebileceğimiz, Avrupa Kıta felsefesi geleneği ile, İngiliz(ada) felsefesi geleneğinin yüzyılın başından itibaren birbirlerinden köktenci bir şekilde uzaklaştıklarından söz edebiliriz. Kıta felsefesi geleneğinde filizlenen, Husserl’in başlattığı Görüngübilim( fenomenoloji), geçen yüzyılda Kierkegard’ın öncülüğünü yaptığı, Sartre, Heidegger, Marcel ve Jasper ile biçimlenen varoluşçuluk , Gadamer ile olgunluğa erişen “Yorumbilgisi” (Hermeneutik), ilk elde sayılabilecek düşünce akımlarıdır. Yine kıtada gelişen Carnap, Schlick, Ayer gibi felsefecilerce savunulan XX. yüzyılın en etkili anlayışlarından mantıkçı olguculuk anlayışı, baştan beri dil sorunlarına ayrı bir önemle eğiliyor olmasından da görülebileceği gibi yine Wittgenstein’ın özellikle Tractatus’taki ilk dönem, düşüncelerinin büyük etkisi altında olmuştur.
Marksist düşüncenin, 20.yy.daki toplumsal eleştiri boyutunu temsil eden Frankfurt Okulu’nun savları, Habermas’ın güncel yorumlarıyla günümüze kadar taşınmıştır.
Yüzyılın ortalarında Saussüre’ün dilbilimsel görüşlerinden esin alan, Yapısalcılık, değişik alanlardaki etkisiyle öne çıkmıştır.
1960’ların çalkantılı döneminde, batı bilim-felsefe geleneğine özeleştirel yaklaşımlar içinde kendini gösteren olguculuk sonrası ve yapısalcılık sonrası düşünme yordamlarıyla karşılaşıyoruz.
Karşı kıyıda ise, kendi geleneği doğrultusunda daha farklı felsefece düşünme gelişti. Frege’nin mantıksal çözümlemeleri ile başlayan “Dil” i temel alan çözümleyici düşünürler, bazı kıta düşünürlerinin de katkısıyla kendi bakışlarını geliştirmişler. Russell ve Moore’un, dil-düşünce ilişkisinden yola çıkarak felsefe sorunlarına dilsel çözümleme aracılığıyla yaklaşan tutumları, o dönemde İngiltere’de varolan yeni-Hegelci felsefeye de tepki niteliği taşıyordu.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, dizgesel felsefe çerçevesi dışında yer alan, belli alanlarda yoğunlaşan düşünceleriyle felsefe ortamına katkıda bulunan bir çok ismi görüyoruz. Bataille, Levinas, Blanchot, Derrida, Lyotard gibi düşünürlerin ortak noktası Hegel tarzı düşünme karşıtlığıydı. Dünya ölçeğinde yaygın olmamalarına karşın Canguilhem, Hyppolite, Mounier, Jankelevitch, Blondel isimlerini bu kapsamda anmalıyız.
Yapısalcılıkla ilişkili, başta Roland Barthes olmak üzere, bir çok yazın insanını da düşünür olarak anmakta sakınca olmadığını düşünüyoruz.
Dizgesel bir bütünlükten söz edilemezse de, 1970’lerden itibaren, eril bilgikuramı ve söylemine karşı, kökleri 19.yy.a uzanan, feminist görüşlerin daha sistemli olarak dillendirildiğini görmekteyiz. Bu alanda, öncesinde Simon de Beavoir’ın olduğu, Hélène Cixous, Luce Irigeray, Julia Kristeva anılmaya değer isimler.
20.yy.ın son çeyreği ise, postmodern düşünce adlandırılmasıyla, Lyotard, Derrida, Baudrillard önde geldiği düşünürlerin görüşleriyle günümüzde de tartışılan savlara sahne oldu.
Edebiyatın, olağan felsefe yapma biçiminde karşılaşılan çeşitli bilgikuramsal, metafizik, yöntembilgisel sorunların ketleyici ortamının dışında felsefe yapma olanağını kullanan, M.M.Bakhtin, Roland Barthes, G. Bataille, M.Blanchot, P.de Man, Iris Murdoch, Ayn Rand, Miguel Unamuno gibi isimleri de unutmamalıyız.
Çevrenin hızla bozulmasına bir tepki olarak ortaya çıkan, en köktenci söylemini Arne Naes’in temsil ettiği (derin ekoloji) çevreci felsefi görüşlerin yüzyıl sonu felsefesinde yeri olmalıdır.
Adalet sorunu üzerine özgün düşünceleriyle tanınan Rawles yine anılmaya değer.
Marksçılığın değişik yönlerini temsil eden XX.yüzyıl düşünürleri arasında, Antonio Gramsci, György Lukacs, Ernst Bloch, Henri Lefebre, Louis Althusser, Hannah Arendt, Frederic Jameson ilk akla gelen isimlerdir.
Günümüzde yaşayan düşünürlerden, yorumbilgici gelenekte anılan Gianni Vattimo, dil ve ahlâk tartışmalarına önemli katkılarda bulunan Karl-Otto Apel, Anarşizmin temsilcisi Murray Bookchin, mantık-bilim felsefesi, daha sonra zihin felsefesi alanındaki görüşleriyle Hilary Putnam, kıta felsefesi geleneğinin önemli sorunlarını çözümleyici geleneğin sunduğu olanakları kullanarak özgün bir şekilde işleyen Richard Rotry, Devlet felsefesi alanında çalışmalarıyla Robert Nozick ve değinemediğimiz bir çok düşünür 21. yüzyıl düşünce evrenine katkıda bulunmaya devam ediyorlar.
Not:
20.yy.felsefesi ana sayfasında yer alan tablodan, birçok düşünüre ve düşünce çevresine ulaşılabilmektedir.
Yüzyılı genel hatlarıyla göstermeye çalışan, belleğimizi tazelemekten daha öteye iddiası olmayan sayfamız için “Zamanın Tini” bağlantısını kullanabilirsiniz.
Ayrıca, “Felsefe Tarihi” bölümümüz için derlediğimiz, yüzyıl felsefesini göstermeye çalışan ve değişik tarihlerde kaleme alınmış metinlerden bir seçkiyi de aşağıda sunuyoruz. Metinlerin, oluşturuldukları tarih bağlamında 20.yy.felsefesini değerlendirdiğini hatırlatmakta yarar görüyoruz.
17. Yüzyıl Felsefesi
Rönesans felsefesi ile karşılaştırıldıkta, 17. yüzyıl felsefesinin ‘başlıca özellikleri olarak şunlar belirtilebilir:
1. Rönesans felsefesi, içinde geliştiği kültür ortamının tümü gibi, daha oturmamış, bir arama, araştırma atılımı içinde bulunan bir felsefedir. 17. yüzyıl felsefesi ise Rönesans’ın sağladığı birikimi derleyip toparlayarak, bundan birliği, bütünlüğü olan bir düşünce bağlantısı geliştirecektir.
2. Antik felsefeyi kendisine örnek olarak alan, onun bir çok ‘bakımdan bir yansısı olan Rönesans felsefesi çok renkli bir düşünce tablosu oluşturmuştu. 17. yüzyıl felsefesi ise ele aldığı sorunlar ile bunların işlenişinde aşağı-yukarı birleşmeler olan az çok birörnek bir düşünce yapısıdır. Ona bu bağdaşıklığı kazandıran da, bilgi örneğini matematik fizikte bulmuş olmasıdır. Renaissance’ın en özgün, en büyük başarısı olan matematik, fizik, matematik kavramlarla doğayı doğru olarak kavrayabileceğimizi göstermişti; dolayısıyla akıl ile doğa arasında bir uygunluğun olduğunu ortaya koymuştu. Öyleyse bu yöntemi varlığın öteki alanlarına da uygulamalı, denmiştir. Doğanın birliği ve matematik yapılı olduğu savları, matematik fiziğin başlıca düşünceleridir. Doğa matematik yapılı olduğuna göre, nesnelerin ölçülebilir olan niceliksel yönleri asıl gerçekleridir. Bundan dolayı bilgide nesnelerin ölçülebilen yönleri ile bunların arasındaki ilişkiler bulunmalı ve bu temel öğelerden nesne yeniden kurulumu, Açık. seçik, dolayısıyla doğru olan bilgilere böyle varılır (Galilei).
17. Yüzyıl felsefesinin başlatıcısı
Descartes ’tır (1596-1650). Bu felsefenin sorunlarını ilkin o ortaya koymuş, çözümlerini ilkin o denemiştir. Kendisinden sonra gelenler, aynı sorunlar üzerine eğilecek, aynı çözüm denemeleri doğrultusunda çalışacaklardır. Bu bakımdan 17. yüzyıl felsefesi bir Descartesçılıktır. Descartes, yaratıcı bir matematikçidir de: aritmetiğin yöntemini geometriye uygulamakla analitik geometrinin kurucusu olmuştur. Descartes’a göre, felsefe ‘bir doğru bilgiler bağlantısı olacaksa, analitik geometri ile matematik fiziğin yöntemini kullanmalıdır.
Felsefenin kendisinden önce ortaya koyduklarını güvenilir bulmayıp, matematik bilgi örneğine göre felsefede köklü bir düzeltim yapmak düşüncesiyle yola çıkan Descartes, yeni bilgi yapısını üzerine oturtmak için aradığı sağlam temeli “Düşünüyorum, öyle ise varım” önermesinde bulur. Buraya varmak için de uzun bir kuşku yolundan geçer. Ancak, bulduğu dayanak öylesine sağlam, öylesine apaçık ki, bundan önce kuşkusunun ortadan kaldırdığı bütün varlık çeşitleri (kendisi, Tanrı, çevresi, öteki insanlar), yeniden gerçeklik kazanırlar ve güvenilir olurlar. Gerçekliği bütün alanlarıyla yeniden kurma işinde Tanrı kavramı bir kaldıraç gibidir: Bilince bakınca, burada Tanrı kavramının bulunmakta olduğunu görürüz diyor Descartes.
Tanrıya en gerçek varlık dediğimize göre, yokluk ile bağdaşamaz Tanrı; onun yok olduğunu düşünmek çelişki olurdu. Tanrı en yetkin varlık da olduğu için, beni aldatmaz, dolayısıyla cisimler dünyasının varolduğuna da, belleğimizin bizi yanıltmadığına da inanabiliriz.
Tanrı kavramı gibi bilincimizde hazır bulduğumuz düşüncelere
“doğuştan düşünceler” der. Bunlar açık ve seçiktirler, onun için bilgi değerleri yüksektir. Buna karşılık bilincimize dışarıdan gelen ya da hayal gücümüzün oluşturduğu düşünceler bulanık ve karışıktırlar; bunların bilgi değerleri de düşüktür.
Yöntem - bilgi konusunda Descartes felsefesinin başlattığı tartışmada Pascal (1623- 1662) ile Bayle (1647-1706) Descartes’ın evrensel diye önerdiği yöntemin her konuyu aydınlatamayacağını, insan için “Tanrı nedir? İnsan yaşamının anlamı nedir?” gibi çok önemli soruların yanıtlarının ancak gönlün bir ışığı ile bulunabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Descartes’ın az etkisinde kalan, tutarlı bir doğruculuğu savunan Thomas Hobbes (1588- 1679)a göre her çeşit bilginin kaynağı deneydir; bilginin amacı da, insanın —doğa ve kültür— çevresine egemen olmasıdır. Felsefede yapılacak şey, olaylar, hep asıl gerçekler olan “nedenler”e bağlamaktır. Tek gerçek olan cisimler dünyasında dayanakları olmayan bütün tasarımlar birer kuruntudur; “özgürlük”, “maddi olmayan ruh” gibi. Olayları matematiğin yöntemiyle ele alırsak, bu gibi kuruntulardan kurtuluruz; o zaman işin içine duygular karışmaz. Bu son anlayışta Descartes’ın etkisi açık olarak görülüyor.
Asıl
Spinoza (1632 - 1677) Descartes’ın yöntem anlayışının çok etkisinde kalmıştır. Bunu daha işe başlayışında görebiliriz: Spinoza —Descartes’ın “Düşünüyorum öyle ise varım” önermesi gibi— tek bir bilgiyi, Tanrı bilgisini öğretisinde çıkış noktası olarak alır ve —yine Descartes gibi— geri kalan bütün bilgileri tümdengelimli bir yol olan geometrik yöntem ile bu temelden türetir: tıpkı uzaydan geometrinin şekillerini türetir gibi.
Leibniz (1646-1716) de yöntem ve bilgi anlayışında —ana tutumu bakımından— Descartes’ın izinde sayılabilir. Çünkü ona göre de, doğru bilgiye vardırmada matematiğin yöntemi tek güvenilecek yöntemdir. Matematikte olduğu gibi, felsefede de kavramlarla hesap işlemleri yaptığımız gün, felsefedeki tüm ayrılıklar ortadan kalkacaktır. Leibniz de Descartes’ın tüm sistemini taşıyan “Düşünüyorum, öyle ise varım” önermesi türünden temel doğruları, ilk doğruları arar: Öteki doğruları temellendirmek ve yenilerini bulmak için Leibniz için de önsel bilgiler vardır ve aklın bu doğruları zorunludurlar, karşıtlarını düşünmek çelişkiye götürür. Olgunun doğruları ise ancak tesadüfidirler. Bir özelliği uzlaştırıcılık olan Leibniz felsefesi deney bilgisini değersiz saymaz; ama temelde usçudur, akıldan kaynaklanan bilgilerin yüksek değeri vardır.
17. yüzyıl felsefesinin yöntem - bilgi yanında üzerinde durduğu bir konu da, varlık sorunudur ve sorunun ağırlık merkezi
töz kavramında toplanmıştır.
Sorunu bu kavramla başlatan yine Descartes olmuştur. Ona göre birbirinden özce, yapıca ayrı olan biri sonsuz (Tanrı), ikisi sonlu (ruh ve cisim) üç töz vardır. Ruh’un özniteliği düşünme, cismin ise yerkaplama, uzamdır. Bu iki nitelik de birbiriyle uzlaşamaz, bağdaşamazlar. Cismin temel niteliğinin uzam olması, doğa anlayışı Descartes’ı tam mekanist bir fiziğe vardırmıştır: asıl gerçek hareketlerdir. Hareket bir yer değiştirmedir, bu da cisimlerin birbirilerine doğrudan doğruya çarpmaları ve basınçlarıyla olur. Bu fizikte “doğa” hareket yasalarına göre işleyen bir makineden başka bir şey değildir ve canlı da bu makinenin içinde yer alan bir otomattır. Ancak ruhsal olaylarda özce maddeden başka bir tözün görünüşleriyle karşılaşırız. İnsanın maddi yönü olan bedeni ile ruhu birbirleriyle nasıl ilişki kurabiliyorlar? Descartes bu ilişkiyi bir birlikte çalışma; bir karşılıklı etkileşme diye açıklıyorsa da, bu çözüm bu iki bağdaşamazın birarada bulunabilmesi anlamak için inandırıcı olamıyor ve kendisinden sonraya bir sorun olarak kalıyor.
Varlık sorununun Descartes’tan sonraki gelişmesinde başlıca görüşler: Çok tutarlı bir materyalist olan Hobbes’a göre, töz olan her şey ancak maddi olabilir. Ruh diye bir töz yoktur; ruhsal olaylar ne denli gerçek olurlarsa olsunlar, yine de dayanakları maddidir.
Aranedenciler (Occasionalist) denilen düşünürlerin başlıca kaygısı da, Descartes’ın inandırıcı olarak çözemediği beden - ruh ilişkisi sorunu olmuştur. Onlara göre bu ilişkiyi kuran Tanrıdır; gerçek neden odur. İnsandaki ruhtan bedene ulaşan bir istenç ya da bedenden ruha iletilen bir uyarım, bunların ikisi de bu ilişkinin kurulmasında ancak birer ara-nedendirler. Bu çığır sonunda Tanrıyı evrende bütün olup - bitenlerin tek nedeni yapmıştır, yalnız beden ile ruh arasında değil, tüm varolanlar arasındaki ilişkiyi kuran Tanrıdır.
Spinoza töz anlayışında tekçi: Tek töz vardır; buna da Spinoza Tanrı der; doğa da der. Bütün varolanlar Tanrının özünden matematiksel - mantıksal bir zorunlulukla türemişlerdir; dolayısıyla Tanrı ile yapıtı özdeştirler (tümtanrıcılık) Töz (Tanrı) kendisini birtakım öznitelikleriyle, birtakım gerçekleşme doğrultularıyla açar, gösterir. Bunlardan insana ancak cisim ile ruh, tözün bu iki gelişme yönü açıktır. Birbirinden yapıca yrı ayrı olan bu iki öznitelikleri içinde sayısız olaylar vardır ve bunlar birbirlerine zorunlu bağlarla bağlıdırlar. Bu anlayışı ile de Spinoza, içinde erekselliğin, istenç özgürlüğünün bulunmadığı mekanist; bir dünya görüşüne varmıştır. Bu görüşte evren, sıkı bir matematiksel - mantıksal bağlılıklar dizgesidir. Beden - ruh ilişkisini Spinoza, bunların koşut çalıştıkları savıyla açıklamayı denemiştir: Bu iki öznitelikte olup - biten şeyler aslında tek bir tözde geçtikleri için, burada birbirine bağlanırlar, aralarındaki ayrılık burada ortadan kalkar.
Leibniz, sayıca bir sonsuz çokluk olan töze monad adını verir. Monadlar, bu kendi içlerine kapalı. “birlikler”, tinsel niteliktedirler; kendilerinde tasarım yeteneği bulunan etkin “güç merkezleri”dir. Bütün monadlar aynı bir konuyu, evrenin tümünü tasarımladıkları için, bir bağlantı içinde birleşmiş, kendi başlarına olmaktan çıkmış olurlar. Ancak, her monadın tasarımı açıklık ve seçiklik bakımından başka türlü olduğundan, kendisi de öteki bütün monadlardan başka olur. Bundan dolayı bu dünya da birbirine tıpatıp eşit olan iki şey yoktur. Monadlar tasarımlarındaki açıklığa, belirginliğe göre aralarında sıralanırlar: En yukarda her an evrenin tümünü açık olarak tasarımlayan Tanrı, en aşağıda da tasarım bilincinden yoksun madde vardır. Geri kalan varlıklar bu ikisi arasında dizilirler. Etkinlik de tasarım aydınlığı ile orantılıdır; tasarımı en aydınlık olan Tanrı, dolayısıyla en etkin varlıktır. “Birbirilerine açılmış pencereleri olmayan”, bu yüzden birbirilerine etkide bulunamayan monadlar arasındaki ilişkiyi, Tanrının bir düzeni olan “önceden kurulmuş uyum” Sağlar. Beden ile ruh ilişkisi de bu uyum içinde gerçekleşir. Beden ile ruh baştan birbirine koşut olarak kurulmuş iki saat gibi işlerler.
Böyle bir metafizikten Leibniz organik nitelikte bir fizik geliştirmiştir. Kendi deyişiyle: “Doğa, içi balıklarla dolu bir havuz gibidir.” Gidişi hiç kopmayan bir süreklilik olan doğadaki zorunlu mekanik bağlantı, Tanrının ereği emrinde bir araçtır. Oysa Galilei ile Descartes, doğayı içinde hiç ereksellik bulunmayan zorunlu bir mekanizma diye anlamışlardı.
Descartes felsefesinin ağırlık merkezi bilgi, varlık gibi kuramsal sorunlar üzerinde toplanmıştır. Ahlâk, devlet, din vb. eylemle ilgili (pratik) sorunları Descartes, kuramsal sorunları gibi sistemli olarak işlememiştir. Örneğin ahlâk konusundaki düşüncelerini mektuplarından öğreniyoruz. Bu düşünceler Stoa ahlâkının izinde yürürler; onun gibi usçudurlar. Erdem, Descartes’a göre, ruhun bedeni yenmesidir. Bunun için de gerçekten değerli olanı açık ve seçik olabilmek ve bunu iyice istemek de gerekir. Kötü, istencin duygulanımlara, başka bir deyişle maddi yönümüze kölece bağlanmasın ileri gelir. (Nitekim yanılma da duyuların getirdiklerini istencin körü körüne doğru saymasından doğar). Öyle ise, gerek kötüden, gerekse yanılmadan ancak aklın açık ve seçik tasarımlarıyla kurtulunabilir; “doğru” ya olduğu gibi, “iyi”ye de aklın bilgisi vardırabilir. Böylece Descartes için ahlâkın da temeli, sistemin çıkış - noktası olan “düşünme” oluyor.
Descartes’daki durumun tam tersine olarak, Hobbes’un felsefesinin baş konusu devlet öğretisidir, bu eylemle ilgili olan (pratik) sorundur. Hobbes, felsefesinin doğalcı materyalist tutumuna uygun olarak devleti yapma bir cisim sayar. Çünkü, ona göre gerçek olan, doğal olan ancak bireydir. Devlet sonradan oluşturulmuş yapma bir kurumdur. Hobbes, devletin (toplumun) kuruluşunu, bu sorunu, belli bir insan anlayışına dayanarak ele alır: İnsan bencil bir yaratıktır: varlığını sürdürme ve geliştirme isteği onun temel güdüsüdür. Bu yüzden de insan dünya nimetleri hep kendisinin olsun ister. Ama bunu herkes istediği için, “herkesin herkesle savaşı” durumu meydana gelir, bu durumda “insan insanın kurdudur”.
Bu “doğal hal”dir. İşte, insanın varolmayı ve gelişmeyi isteyen temel güdüsüne aykırı olan bu duruma bir son vermek; yani genel güvenliği sağlamak kaygısıyla, kendi başına “güç kullanma hakkı”nı herkes bir otoriteye aktarır: devlet de böylece kurulmuş olur. Bu da “yurttaşlık hali”dir. Hobbes, hukuk ve ahlâk kavramlarını böylece kurulan devletten türetir: Devletin kuruluş nedeni olan genel güvenliğe yarayan şey “iyi” “haklı”; yaramayan ise “kötü” ve “haksız”dır. Dolayısıyla ahlâk ile hukuk devlet yüzünden var olmuşlardır. Din de belli bir anlamı ancak devlet çerçevesinde kazanır: Yalnız devletin yasal saydığı inanç doğrudur. Devletin ödevini gerektiği gibi yerine getirebilmesi (genel güvenliği sağlaması) için otoritesi eksiksiz ve koşulsuz olacaktır. “Devlet bir dev gibi olmalıdır” diyen Hobbes devlet konusunu işleyen bir yapıtına, Tevrat’ta geçen bir devin adını, ‘Leviathan” adını vermiştir.
Spinoza’nın ahlâk öğretisi de, Hobbes’unki gibi, “kendimizi ‘koruma” içgüdüsünü çıkış noktası olarak alır. İnsanın duygu yaşamını doğalcı - mekanikçi bir anlayışla çözümleyen Spinoza. temel duygu olarak “kendimizi koruma ve geliştirme” duygusunu bulur. Geri kalan bütün duygular bundan çıkarlar. Ahlâkın da temeli bu içgüdüdür, bu duygudur: “İyi” kendimizi koruma ve geliştirme duygusuna uygun olan, “kötü” bu duyguya aykırı olan şeydir. Bağımsız olan, kendinden iyi ya da kötü diye bir şey yoktur.
Spinoza’ya göre, vücut —beden— güçlü olursa gelişir. Ruhun gelişmesi ise düşünme bakımından yetkin olmasına bağlıdır. :Başka bir deyişle: Erdemli ruh, yetkin olan, yani açık ve seçik düşünebilen ruhtur. Açık ve seçik düşünebilme, neyin elde edil meye değer olduğunu gösteren bilgiyi sağlar.
Descartes’ta olduğu gibi Spinoza’da da “etkin” olmak ile “erdemli” olmak arasında sıkı bir ilgi var: Duygulanımlara, tutkulara kendini kaptırmış bir ruh edilgindir; bulanık ve karışık bir durumdadır, sürüklenmektedir; dolayısıyla erdemsizdir. Açık ve seçik bilgiler ise ruhu etkin de, mutlu da kılarlar, özgür de yaparlar; Özgürlük, kendimizi kendimizin belirlemesi olduğuna göre, bu da etkinlik durumunda ve bunu sağlayan düşünce ile, gerçek bilgi ile gerçekleşir. Bundan dolayı insanın ahlak bakımından ödevi, tutkuları düşünce ile yenmektir. İnsanı erdemli yapan, güçlü kılan, özgür eden o gerçek bilgi de, Spinoza için, Tanrı bilgisidir. Bu bilgiye ulaşmış kimse, yalnız Tanrıya bağlanıp onu sevecek, geri kalanları gelip - geçici görünüşler sayacaktır. Tanrıyı birtakım hesaplarla, korkularla değil, körükörüne değil, bilerek, akıl ile sevmek, erdemin doruğudur. Çünkü insanın kendisini geliştirmesi bir doğa yasasıdır. Bu çeşit Tanrı sevgisinde insan tam yetkinliğine ulaşmıştır; böylece de özündeki doğa yasası en yüksek aşamasında gerçekleşmiştir.
Devletin kuruluş nedenini Spinoza, Hobbes’unkine benzeyen bir yaklaşım ile açıklar: İnsanlar tek başlarına, dağınık yaşarlarken, “kendilerini koruma ve geliştirme” isteklerinin, bu temel güdülerinin tehlikelerine karşılaştığını gördüklerinden, aralarında güven ve esenliği sağlamak için anlaşarak, sözleşerek devleti kurmuşlardır. “Yapma” bir kurum olan devletin değeri, kuruluş ereğine uygun olup olmamasıyla ölçülür. Devletin görevi, bireylerin hak ve güç alanlarını, bunların birbirlerini tedirgin etmeyecekleri gibi düzenlemektedir. Bu da en iyi demokraside olur. Bu son düşüncelerinde Hobbes’un karşısında yer alan Spinoza, devlet barışı sağlamak için kurulmuştur diye insanı bir köle durumuna getirmemelidir; tersine, insanın hem bedenini hem de ruhsal yetilerini geliştirebileceği özgür bir ortam oluşturmalıdır, der. Gününde “hoşgörürlük” düşüncesi için savaşanlardan biri olan Spinoza Yeniçağ liberalizminin öncülerindendir.
Leibniz’in de ahlâk öğretisi usçu. Ahlâk bakımından doğru olan ile doğru olmayanın ölçüsü, ona göre de, doğru ve yanlış bilgisidir. Tasarımları bulanık ve karışık olan monad edilgin durumdadır; içgüdülerin kölesidir, özgür değildir. Açık ve seçik bilgileri olan monad ise etkindir, onu güden istençtir; bu durumunda bu monad kendi kendisini belirliyordur, dolayısıyla özgürdür, Ahlakın ereği, ruhun olgunlaşmasıdır, aydınlanmasıdır.
Bir ruh açık- seçik bilgilerle ne kadar aydınlığa kavuşmuşsa, başkalarının iyiliğini de o kadar sevgi ile benimser. Çünkü bu aydınlık ona öteki insanların tasarımlarını iyice kavratır; onlarla birlikte, “Önceden kurulmuş uyum” ilkesine göre, içinde yer almış olduğu bağlantıyı öğretir. Bu öğrenme ne kadar aydınlık ise, monadın bencilliği o kadar azalır; başkalarının iyiliğini istemesi, başkalarına sevgi duyması da o kadar çoğalır.
Leibniz’in hukuk öğretisi de bu ahlâk anlayışının içinde yer alır. Hukuk yalnız insanların dış ilişkilerini düzenleyen bir kurum değildir. Hukukun kökleri ahlâktadır, ahlâksal sevgidedir. Bu sevgi yüzünden insan başkalarının mutluluğunu kendi öz mutluluğu gibi duyar; bu duygu ile başkalarının haklarına el uzatmaz, bunları -çiğnemez. Böyle bir sevgiye de yol gösteren bilgeliktir, eylemlere aklı kılavuz yapmaktır.
Din felsefesinde Leibniz’in dünya görüşü en derli toplu anlatımına varmıştır. Leibniz de “akıl dini” ve “pozitif din” ayrımını yapar. Usçu Leibniz’e göre elbette akıl dini değerce yüksek olanıdır, asıl dindir. Tarihsel olan pozitif dinin dogmaları akıl dinine rasgele eklenmiş olan şeylerdir. Bu yüzden bu dinin örneğin türlü ibadet biçimleri zorunlu değildirler. Oysa akıl dininin inançları “aklın doğruları” içinde yer alırlar, zorunludurlar, karşıtlarını düşünmek çelişkiye götürür. Leibniz’e göre dinde esas olan yalnız Tanrı bilgisi ve sevgisidir.
Leibniz’in Tanrısı monadların sıra düzeninin en üstünde bulunan, dolayısıyla en bilgili, en etkin, en güçlü olan, bütün. evrenin “merkezi monadı”dır, Böyle bir Tanrı anlayışı karşısında: “Bu yetkin Tanrı ile onun bir yaratısı olan şu evrendeki bozukluk, çürümüşlük, suçluluk vb. nasıl uzlaşabilir? Böylesine güçlü bir Tanrı neden bütün bunların içinde bulunmadığı yetkin bir dünya yaratmamıştır” diye sorulabilir. Nitekim daha önce Bayle bu çelişkiye dikkati çekmişti; Leibniz ona karşı, sözü geçen çelişkiyi gidermek, Tanrıyı haklı çıkarmak için yazdığı bir yapıtında, özetle, şöyle düşünür: Eksik olan tek tek monadlara değil de, Tanrının yansısı olan evrenin tümüne bakarsak, bu bütünün yetkisi olduğunu görürüz. Monadların suç ve günahla yüklü olmaları, acı çekmeleri hep eksik olmalarından, yetkin olmayışlarındadır. Bu da da aklın doğruları içinde yer alan “metafizik eksiklik” yüzündendir: Yetkin olmayış evren kavramında zorunlulukla bulunan bir öğedir. İçinde sonlu varlıkların bulunmayacağı bir dünya düşünülemez. Dolayısıyla Tanrı bir evren yaratacaktıysa, bunun sordu, eksik varlıklardan oluşması bir zorunluluktu. Öyle ise, Tanrı evreni yaratırken büsbütün özgür değildi, aklının kurallarına bağlıydı. Ama Tanrı yine de olabilecek en iyi dünyayı yaratmıştır. Kısaca: Tanrı “iyi”yi istemiştir, ama dünyanın böyle eksik ve bozuk olması mantıksal bir zorunluluktu. Tanrıda da akıl istençten daha ağır basmıştır.

Felsefenin Evrimi-Macit Gökberk-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları-1979



18.Yüzyıl Felsefesi
Onsekizinci yüzyıldaki felsefe, dönemin çabalarına ayna tutmakla yetinmeyip, aynı zamanda eylemleri etkileyen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. O, Sokrates döneminde olduğu gibi, akademisyenlerin küçük odalarından çıkmış ve geniş alanlarda kalabalığı birbirine karıştıran bir konuma ulaşmıştır; o, artık kendi özel dilinde—okulcularm dilinde— değil, sıradan insanların konuşmalarında kendine ifade alanı bulmaktadır. Fransa’da toplumsal, politik ve muhafazakâr baskıya bağlı olarak Aydınlanma kendi radikal söylemini bulacak ve buradaki etkisi çok büyük olacaktır: Devrim, yeni fikirlerin ortaya çıkmasının sonucuydu Hemen tüm önemli çağdaş felsefe öğretilerinde yapısı ortaya konan insan usu ve insan hakları, onsekizinci yüzyılda evrensel olmuştur ve insanlık, iyiniyet, doğal haklar, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sözcükleri herkesin dilinde dolaşmaya başlamıştır. Ataerkil yapıdaki hükümetler bile, insanlığın iyiliği ve mutluluğunu ön planda tutabilmek için çaba içinde olmaktadır. Ortaçağ düşüncesine başkaldırı, yüzyılın bitiminde büyük toplumsal ve politik çalkantılara neden olacaktır ve eski rejim, yeni toplumun oluşumuna yol açacaktır. Modern çağın bazı talepleri bulunmaktadır: Bunlar, bilinç ve ibadet özgürlüğü, fırsat eşitliği ve ekonomik serbestlik, temsili hükümet ve tüm bireylerin kanun karşısında eşitliğidir.
Felsefenin Öyküsü- Frank Thilly- Çeviri: İbrahim Şener-İzdüşüm Yayınları
18. Yüzyıl Aydınlanma Felsefesi
18. yüzyıl felsefesine “Aydınlanma felsefesi” de denir. Bu adlandırma bu felsefenin başlıca bir özelliğini, bir ana tutumunu dile getirir. Kant’ın deyişiyle: “ insanın aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır”.’ Ya da genel bir tanımla “insanın değerleyiş ve davranışlarını kendi aklı ve görgüleriyle aydınlatmasıdır”. İnsan da hep aklını kendisine kılavuz yapmış değildir; tersine, pek çok hazır bulduğu gelenek - görenek - din kurallarına gözü kapalı uymuştur. Nitekim Ortaçağda din, bütün yaşamın taşıyıcısı idi; bütün kültür alanlarının —bu arada felsefenin de— ne ve nasıl yapacaklarını belirleyen din idi. Onun için Ortaçağ kültürü ve felsefesi özerk değildi; ‘bu çağın kültür ve felsefesi ölçü ve yasalarını kendi dışlarındaki bir başka güç zorla benimsetmiştir. Özerk bir kültür anlayışını, yani aklın ışığına dayanarak bağımsız bir insanlık kültürünü geliştirme istencini ilkin Renaissance getirmiştir. Renaissance’ın bu ilk adımını sonra 17. yüzyıl felsefesi usçu öğretileriyle temellendirmeye çalışmıştır. 18. yüzyıl felsefesi de bu yöndeki gelişmeyi en kesin, en tutarlı ‘biçimine ulaştıracaktır. İşte bunun için bu felsefeye ayrıca “Aydınlanma felsefesi” de deniyor.
Bu felsefenin bir özelliği, kurgulardan kaçınması; deney ortamında kalmak istemesidir. Ana tutumu bakımından bir kültür felsefesi olması, başlıca konusunun insanın dünyası olması, bir başka özelliğidir. Bu felsefe salt kuramsal düzlemde kalmak istemez; yalnız “bilme”yi amaçlamaz, tersine, bilgisiyle yaşama kılavuzluk etmek, yaşamı aydınlatmak ister. Onun için geniş çevrelere yönelmeye, seslenmeye çalışır: Latince yerine ulusal dilleri kullanması, yazın türleriyle kendini anlatması böyle bir yönlenmenin açık belirtileridir. Ancak, bu felsefenin baş özelliği lâik bir dünya görüşünü kültürün her alanında gerçekleştirmek istemesidir. Bütün bunların da, aklın kılavuzluğu, aklın gücü ile gerçekleşeceğine inanılır. Bundan dolayı tarihin oluşturduğu bütün kurumlar —din, devlet, hukuk, eğitim vb.— aklın eleştirisinden geçirilir, bunların aklın ilkelerine göre yeniden düzenlenmeleri işine girişilir; bu yapılırsa insanın tam bir özgürlüğe ve mutluluğa ulaşacağına inanılır, aklın insanoğlunu her bakımdan sürekli olarak ilerlettiği, onun mutluluğunu biteviye arttırdığı, Aydınlanmanın başlıca inancıdır. Renaissance’ta başlayıp 18. yüzyılda olgunluğuna varan Aydınlanmanın, bu kültür olayının ilkin eski Yunanda M.Ö. 5. yüzyılda göründüğü bundan önce belirtilmişti: Orada da yaşama dayanak olacak yeni ölçüler aranıyor; eskiler aklın eleştiren süzgecinden geçiriliyor; orada da bilgiler geniş çevrelere yayılmak isteniyordu: Sofistlerin kent kent dolaşıp para karşılığında ders vermeleri bunu sağlamak içindi. Bu 5. yüzyıl aydınlanmasının Batı uygarlığının kuruluş ve oluşmasında büyük etkisi olmuştur.
Bilgi sorunuÖzellikleri genel çizgileriyle belirtilen 18. yüzyıl felsefesinin ele alıp üzerinde çalıştığı konulardan ilk olarak bilgi sorununu görelim: 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesi İngiltere’de başlamıştır ve akımı başlatan da
John Locke (1632 - 1704) tur. Locke tipik bir aydınlanmacı: Metafizik kurgulardan kaçınır; nesnel bir tutumla hep olgular üzerinde durur; istediği bilime dayanan bir yaşam anlayışını açıklamaktır. Bu yaşam anlayışının kuramsal temellerini Locke, “insan bilgisinin kaynağı, kesinliği ve sınırları üzerine bir araştırma” olan “İnsan Zihni Üstüne Bir Deneme” adlı yapıtında geliştirmiştir. Locke’a göre, ruhun içinde bulunanlarını hepsinin, bütün tasarımlar, düşünceler vb.in tek kaynağı deneydir. Deneyle karşılaşmadan önce ruhumuz, üzerine hiç bir şey yazılmamış boş bir sayfa gibidir. Onun için Descartes’ın ileri sürdüğü ”doğuştan düşünceler”, deneyle ilişki kurmadan önce ruhun içinde bulunduğu tasarlanan “düşünceler” yoktur. Deneyin de iki kökü vardır: Bilincin dışındaki şeyleri —renkleri, sesleri, biçimleri vb.— bildiren dış deney” ile bilincin içinde olup’ bitenleri —duymak, anımsamak, düşünmek vb.— öğrendiğimiz “iç deney”. Bu iki kaynaktan gelen tasarımların (idea’ların) da bir bölümü yalın, bir bölümü de bileşiktir. Yalın tasarımların oluşmasında ruh edilgin, bileşiklerinkinde etkindir. Bu sonuncuları bağlama, karşılaştırma ve soyutlama gibi işlemlerle kendisini oluşturur. Nitekim “genel kavramlar” soyutlama edimi ile meydana gelirler. Böylece Locke, genel kavramların insan anlığı dışında bir gerçeklikleri olmadığını, bunların insan anlığının yaratıları o1duğunu ileri siren adcılığa varmış oluyordu
Locke’un başlattığı bu 18. yüzyıl İngiliz deneyciliğini, bu çığırın ikinci büyük düşünürü George Berkeley (1685- 1753) daha da bir ileri götürerek, adcılığı sonuna kadar vardırmıştır. Ona göre genel kavramlar anlıkta bile yok. Kökleri duyumlar olduğu için, tasarımlar her zaman somutturlar. Bu yüzden “nesnelerin ortak yönü” diye soyut bir tasarımız olamaz; yalnız işaretlerimiz, sözcüklerimiz var. Bu “sözcüklerimiz de ancak somut tasarımların temsilcileridir.
18. yüzyıl İngiliz deneyciliğinin taşıdığı mantıksal sonıçları tam olarak meydana koyan da
David Hume (1711- 1776) olmuştur. Onun için de bütün tasarımların tek kaynağı deneydir. Ruhun içindekiler “izlenimler” ile “düşünceler”dir. Birinciler özgün, ikinciler bunların az ya da çok soluklaşmış kopyalarıdır. Bütün düşüncelerin gereçleri izlenimlerdir. Anlık, birtakım edimlerle düşünceleri oluşturur.
“Bilginin kesinliği”, başka bir deyişle: “bilginin gerçeği ne ölçüde karşıladığı” sorununda Locke, hiç bir duyum gerçeği olduğu gibi karşılayamaz, diyor. Bizim nesnelerde bulunuyor diye sandığımız bize dışarıdan gelen bu nitelikler duyumların, bize dışarıdan gelen bu etkilerin, uyartıların işlenmesinden başka bir şey değildir. Ancak, büyüklük, biçim, sayı gibi
birinci niteliklerle ilgili duyumlar gerçeğe daha yakındırlar. Koku, renk, tad gibi ikinci niteliklerinkiler büsbütün özneldirler. Bileşik tasarımlar da ruhun —öznenin— içinde oluştuklarına göre, dışarıdaki nesnelere uygun oldukları söylenemez; bunlar olsa olsa kendi aralarında birbirlerine uygundurlar. Buna göre, “nesnesine uygun bilgi” yalnız iç deneyin tasarımlarında olabilir. Kısaca: İnsan ancak bilincinin ‘içinde olup bitenleri kesin olarak bilir.
George Berkeley, Locke’un bu düşüncesini çıkış noktası olarak almış, kendi başına varolan bir dış dünyanın olamayacağı sonucuna varmıştır. Ona göre “varolmak algılanmış olmaktır”. ‘Dolayısıyla: asıl gerçek bilinç olaylarıdır. Bu da temel gerçeğin tinsel nitelikte olduğu, maddi olmadığı anlayışıdır. Berkeley için dış dünya ruhun algılarından oluştuğundan kavramların bu algılar dışında ayrı bir gerçeklikleri yoktur. Bunlar —kavramlar— anlıkta bile yoklar. Biz algıladıklarımızı ancak somut olarak tasarlayabiliriz. Birinci nitelikler de yok, asıl olan ikinci niteliklerdir: Kirazın kokusunu, rengini vb. kaldırırsak,, geriye bir “hiç” kalır. “Töz” de başlıbaşına bir şey değildir, duyumlarımızın bir bağlantısıdır. Ancak, Berkeley’e göre, asıl gerçekler olan bilinç olaylarını taşıyan bir temel de olacaktır, bu da, elbette ruhsal niteliktedir. Kısaca: ruhsal töz vardır. Ama, Berkeley dış - dünyayı bir kuruntu saymıyor. Çünkü bu dünya. ile ilgili tasarımlarımızın kökü ve düzeni Tanrıdadır. Doğadaki. düzen, Tanrısal tasarımlar düzeninin bir yansısıdır.
David Hume’a göre “doğruluk” bilginin gerçeği karşılaması— ancak tasarımların kendi aralarındaki uygunlukta aranabilir, tasarımlarla dış nesneler arasında değil. Onun için, dış dünyanın varolduğuna ancak inanabiliriz. Onun varlığını akılla kanıtlayamayız.
17. yüzyıl usçu felsefelerinin iki ana kavramı olan
“töz”ve “nedensellik” kavramlarını Hume bu anlayışla ele alıp eleştirmiştir. Ona göre “töz” için ayrı ‘bir izlenimimiz yok. Duyumlarımızı birçok kez hep aynı biçimde birbirlerine bağlamamızdan, buna da alışmamızdan “töz”ün olduğuna inanıyoruz. “Nedensellik” de böyle; bir alışkanlıktan, inanıştan doğma bir kavram. İki olayın sayısız kez birbiri ardından geldiğini görünce, bu bağlantıya alışıyor ve bunun zorunlu bir bağlılık olduğuna inanıyoruz. “Alışma” ile “inanma” da öznel şeylerdir bunların nesne ile bir ilgileri olamaz; dolayısıyla “töz” de, “nedensellik” de —nesnel anlamda— ayrıca yokturlar.
David Hume’un bu anlayışı, olaylar alanında kalmak isteyen bir olguculuk, kesin bilgiye varılabileceğine inanmayan “olasılık” ile yetinen bir kuşkuculuktur. Onun vardığı bu sonuç, 18. yüzyıl İngiliz deneyciliğinin son sözü olmuştur.
(Kuşkucu uslamlamalar)
İngiliz Aydınlanma felsefesi, sakin bir araştırma havası içinde oluşmuştu. Oysa Fransız Aydınlanma felsefesi kökten bir savaşım felsefesidir. Bu felsefenin böyle olması, getirdiği düşüncelerin o sıralardaki Fransa’nın Ortaçağ artığı sosyal - politik yapısıyla sert bir karşılık yaratmasındandır. Bu gerginlik sonra Fransız Devrimine yol açacaktır.
Fransız Aydınlanma felsefesi başlıca düşüncelerini İngiliz Aydınlanma felsefesinden devşirmiştir. Bunu, Fransız aydınlanmasının kuramsal temellerini kuran, Condillac (1715-1780) ta açıkça görebiliriz: Çıkış noktası olarak Locke’un bilgi öğretisini almış, yalnız, bu öğretinin bir yönünü, dış deneyi, bilginin tek, mutlak kaynağı yapmıştır.
“Ruhun içindekilerin hepsi dışardan gelir” demekle Condillac aşırı bir duyumculuğa varmıştır. Buradan kolaylıkla materyalizme kayılabilir. Ancak, Condillac ruhun, duyumların üzerinde işlendiği bir dayanak olduğunu ileri sürmekle bunu önlemiştir.
Fransız aydınlanması içinde materyalist bir akım da var. Bu çığırın önderi Lamettrie (1705 - 1751) nin yaptığı, insana uygulanmış -bir materyalizmdir. Ona göre insanla hayvan arasında yalnızca bir aşama ayrımı vardır, özce bir ayrılık yoktur. Bu materyalizmi bir dizge haline getiren Holbach (1723- 1789) maddeyi canlı, hareketli sayar. Her şey madde ile açıklanabilir; tinsel nedenleri işe karıştırmak ilkel bir davranıştır.
Fransız aydınlanmasının asıl önderi
Voltaire(1694- 1788) dir, denilebilir. Parlak yazarlığı, aydınlanma düşünceleri için yılmadan savaşması ile Voltaire Aydınlanmanın Avrupa ölçüsünde yayılmasına yol açmıştır. İngiliz deneyciliği ile Yaradancılığını (deizmini), Newton’un yeni doğa anlayışını, Aydınlanmanın bu ana düşüncelerini, Avrupa’ya özellikle o tanıtmıştır. Bilgi anlayışında Locke’a bağlı, dünya görüşünde ikicidir; onun için materyalistlerle savaşmıştır.
Fransız Aydınlanmasının önemli bir etki kaynağı da, Ansiklopediciler’dir. Din ve geleneğe bağlı inançları —dogma ve tabuları- sarsmada büyük yeri olan, dönemin Voltaire, Holbach, Montesquieu gibi önde gelen düşünürlerinin işbirliği ile çıkan Fransız Ansiklopedisi (1751- 1780) ilk yöneticisi, d’Alembert ile kuşkucu bit tutumla başlamış, sonra Diderot yönetiminde materyalist bir yöne girmiştir.
Alman Aydınlanmasının pek bir özgünlüğü yok. Bu da, Almanya’nın tarihsel yazgısı ile açıklanabilir. Reformation’un sarsıntıları yüzünden Almanya çok uzun bir zaman kültür için elverişli bir ortam olmaktan çıkmıştı. 17. yüzyılda Leibniz ile Alman düşüncesi yeniden yaratıcı olmaya başlamıştır ve Alman Aydınlanmasına, birtakım değişikliklerle, Leibniz’in felsefesi temel olarak alınmıştır. Bu felsefeyi Alman Aydınlanması için kılavuz olarak geliştiren de Christian Wolff (1679 - 1754) olmuştur. Onun için Alman Aydınlanmasını belirlemiş olan felsefeye Leibniz — Wolff felsefesi de denir. Bu çığırın düşünürlerinden Christian Thomasius (1655 - 1728), felsefenin, bilimin yaşama yararlı olabilmesi için, Latinceye karşı çıkmış, Almanca bir kültür dili yapmaya uğraşmıştır. Herkesin kolayca anlayabileceği “anadilin” kültür dili yapılmak istenmesi de, bütün aydınlanmalarda bulduğumuz bir anlayış, bir tutumdur.
Din
Aydınlanma felsefesi din sorununu Reformation’un yol açtığı din kavgalarından bezmiş, yorulmuş bir tarihsel ortamda ele almıştır. Bundan dolayı din anlayışlarında hep mezhep çekişmelerinin üstüne yükseltecek bir görüş açısı aranmıştır. İşte, 18. yüzyıl .Aydınlanma felsefesinin din görüşünde ağır basan “akıl dini” ya da “doğal din” kavramı bu “arananı” sağlıyordu. Çünkü, akıl dini, insanın aklında, doğasında yerleşik olan inançlardan oluş mu bir dindir. Dolayısıyla da her insanda her zaman var. Böyle bir din anlayışını Yeniçağda ilk olarak geliştiren Herbert of Cherbury bu inançları beş ilkede toplamıştı. Ancak, burada şu sorun —hem de ‘başlıca bir sorun olarak— ortaya çıktı Bu akıl dini ile Hıristiyanlığı nasıl bağdaştırmalı? Aydınlanma felsefesinde Locke ve Wolff gibi akıl dini ile Hıristiyanlığı uzlaştırma denemesini yapanlar da var; akıl dinini din konusunda tek, mutlak ölçü olarak alanlar da var. Bu sonuncuların başında yer alan John Toland (1670 1722) deisttir (yaradancı), Hıristiyanlığı bütün gizlerinden arındırmak ister, bir ‘özgür düşünenler” dinini öngörür. Bu dönemin ilginç bir düşünürü olan Shaftesbury (1671-1713) ye göre, dinin kaynağı coşkudur; evrenin güzelliği karşısında duyulan coşkunluktur, hayranlıktır. Bu coşkunluk bize Tanrıyı buldurtur; bu hayranlık bizi gerçekliğin bü bağlantısı içine yerleştirir. Shaftesbury’nin göz önünde bulundurduğu bu estetik nitelikteki dinin Hıristiyanlıkla hiç bir ilgisi yok. Bu, daha çok, bir çoktanrıcı Antik çağ dini anlayışına yaklaşıyor.
Aydınlanma felsefesi, öteki konularda olduğu gibi, din konusunda da en aşırı düşünceleri Fransa’da ortaya koymuştur. Bir yaradancı —deist— olan Voltaire’e göre, evrendeki düzen ve ereklilik bizi, bunları yaratmış olanı varsaymaya götürür. Voltaire Hıristiyanlığı değil de, genellikle akla uygun inançları bakımından dini ahlâk için bir destek sayar. Hıristiyanlığa en saldırıları yapan Diderot önce tümtanrıcılığa yönelmiş, sonunda Tanrıyı da kaldırarak yerine —deistlerin yaptığı gibi— kendi kendine işleyen doğayı bırakmıştır. Materyalist Holbach ise hiç bir din görüşünü onamaz; dini ahlâktaki ve toplumdaki bozuklukların kaynağı sayar; tanrıtanımazlık insanı temelsiz korkulardan kurtarır diye düşünür
David Hume Aydınlamada pek az bulunan “tarihbilinci” ile din konusunu ele alır. Ona göre üstün güçler karşısında duyulan korkular ve korunma umutları dinin kaynağıdır. Dinde çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa doğru. bir gidiş vardır. “Doğal din” akıllıca bir tutum olabilir, ancak kanıtlanamaz.
Alman düşünür ve yazarı Lessing de (1729. 1781) din konusuna tarihsel bir açıdan yaklaşır: “Kutsal kitap” belli bir çağın görüşüdür; ancak o dönem için geçerliği vardır; artık ona geri dönülemez. “Vahiy” insanlığı eğitmek için Tanrının bir aracıdır. Varolan dinlerden hangisinin “en doğrusu” olduğu bilinemez. Onun için Lessing dinler arasındaki çekişmelerin üstüne yükselten hoşgörürlüğü öğütler.
Ahlâk
18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin ahlâk sorununa Hobbes’ un bencillik ahlâkı çıkış noktası olmuştur. Ahlâk sorununun bundan sonraki gelişmesinde ya Hobbes’a karşı çıkılmış, ya da ondan yana olunmuştur. Hobbes’un bencillik ahlâkına tepki’de bulunanlar, “insanın doğasında, yaradılışında ahlâk yeteneğinin bulunduğu” savına dayanmışlardır. 17. yüzyılda Cumberland (1632 -1718) özgeci duyguların insanda, bencil duygular kadar doğal olduğunu ileri sürmüştür.
18.yüzyılda Hobbes’a karşı çıkanlar başında Shafetesbury yer alır. Ona göre de özgeci duygular bencil duygular gibi doğaldırlar,birincildirler, doğuştandırlar. Ancak bunların işlenerek iyiyi kötüden ayırteden “ahlâk duygusu” durumuna getirilmeleri gerekir. Shaftesbury’nin ahlâkta ulaşmak istediği, bir Antik çağ ülküsü olan “iyi” ile “güzel”i kendisinde birleştirmiş olan kişidir. İnsan evren gibi uyumlu olmalıdır. Bunun koşulu da bencil ve özgeci duygular arasında bir denge, bir uyum sağlamaktır. Bunlardan ne biri, ne de öteki ağır basmalıdır. Bu anlayışta erdemli - ahlâklı ‘bir kişi, büyük bir sanat yapıtı gibi olan evren içinde kişiliğini bir sanal yapıtı gibi biçimlendirmiş olan kimsedir. Shaftesbury’nin ahlâk anlayışı —din anlayışı gibi— estetik nitelikte. Kendisi esasen bilimsel tutumda bir düşünür olmaktan çok bir sanatçı, şair ruhlu bir düşünürdür.
Özgeci duyguların bencil duygular gibi doğal olduğu ve insanda “iyi”yi “kötü”den ayırt edebilen bir “ahlâk duygusu” bulunduğu düşünceleriyle Shaftebury, 18. yüzyılda ahlâk konusundaki tartışmalara çıkış noktası olmuştur. Shaftesbury’nin izinde yürüyenlerden Joseph Butler (1692 - 1725) ahlâk duygusuna “vicdan” —törel bilinç— adını verir ve Shaftesbury gibi, ahlâk yargılarını estetikleştirmekten kaçınır. Ama Shaftesbury’ nin düşüncelerini asıl sistemleştiren Francis Hutcheson’dır (1694-1747). Ona göre istenci belirleyen akıl değil, ahlâk duygusudur. Bu duygu bir eylem, bir karakter üzerine yargıda bulunan bir yetidir insanda.
Mandvile (1670 - 1733) Shaftesbury’nin özgeci eğilimleri de doğal sayan anlayışına karşı çıkar, dolayısıyla Hobbes’un yönünde olan akımdan. Onun ünlü “Arı Masalı” nda
(Bir zamanlar zenginlik ve bolluk içinde yüzen, her bakımdan çok gelişmiş bir arı kovan varmış. Ancak, burada ahlâk vaizlerinin sızlanmalarına yol açan durumlar da eksik de ğilmiş: Bir yanda lüks ve eğlence düşkünlüğü, öbür yanda korkunç bir yoksulluk varmış. Günün birinde Tanrının, ahlâklıların istediklerini yerine getireceği tutar: arı devleti ahlakla oluverir. Ama tümüyle de yoksullaşıverir: işsizlik, dışarıya göçler vb, başlar.)
demek istediği şu: İnsan yaradılışı gereği ancak bencildir.Bencilliği de kötülememeli; çünkü bencillik uygarlığın varolması ve gelişmesi için zorunlu bir zemberektir.
Helvetius (1715 - 1771) da bu doğrultuda düşünür: İnsan özünden bencil bir yaratıktır. Erdem de —ahlâklı olmak— bencilliğin toplumun iyiliğine yarayan bir biçim kazanmasından başka şey değildir. Bunu da eğitim sağlar ve sağlamalıdır. Materyalist L için insan aslında kendi duyusal hazları nıı ardından koşar. Düşünmede olgunluk, bu tinsel haz, başlı başına bir değer değildir; ancak insani mutluluğa engel olan önyargılardan —özellikle dinsel olanlardan— kurtardığı için değerlidir. Bencilliğin özgeciliğe dönüşmesinde ün ve onur duygularının büyük yeri vardır.
Locke ise ahlâkın güdüsünü “buyurucu” bir otoritede bulur. Bu otorite Tanrı olabilir, toplum, töreler olabilir. Bentham (1748 1832) “olabildiğince çok insana, olabildiğince çok mutluluk” savında ahlâksal eylemlerin değeri için nesnel bir ölçü bulduğu inancındadır.
Clarke (1675- 1729) ile Wofloton (1659-1724) ahlâk yasasının doğa yasası gibi olduğunu, “kötünün” doğa yasasına karşı gelme olduğundan insanı mutsuz ettiğini ileri sürerler; ahlâki kuramsal ilkelere bağlarlar, mantıklaştırırlar. Ahlâklı bir eylem, eylemin konusunda doğru bir yargıya dayanan eylemdir; dolayısıyla “kötü” doğrunun yadsınmasıdır, bir yalandır. David Hume ise bunun tam tersini düşünün İstenci belirleyen anlıksal öğeler değil, bir duygudur, “ahlâk duygusu”dur; bunun da kökü sempatidir. Hume’da sempati başkalarının iyiliğine yönelmiş ‘olan duygular için genel bir addır. Ancak neyin iyi, yararlı olduğunu hep toplumun özel koşulları belli eder. Bundan dolayı genel - geçer olan, yani her zaman, her yerde geçerliği olan soyut bir adalet duygusu yoktur. Buna göre “doğal hukuk” olamaz.
18. yüzyıl felsefesinin temel sorunu kültür sorunudur. Be felsefe genel eğilimi, genel tutumu bakımından bir kültür felsefesidir. Çünkü “aydınlanma” aklın kılavuzluğu ile insan yaşamının anlam ve düzenini, dolayısıyla kültürünü aydınlatmayı istemek demektir. İşte bu anlayışla 18. yüzyıl felsefesinde aklın ışığı tarihin oluşturduğu kültür kurumlarına (devlet, toplum, din, eğitim, hukuk, tarih vb.) yöneltilmiş ve bu arada başlıca a - bunları oluşturan “nedenler” aranmış; b - bunların “kuruluş ereklerine” uygun olup olmadıklarına bakılmış; c- ve bunların nasıl olmaları gerektiği bu eleştirel ölçüden çıkarılmıştır.
Bu yöntemi de ilkin 17. yüzyılda Hobbes kullanmıştı. Ona göre devletin kuruluş nedeni: İnsanların, bencillikleri yüzünden, birbirlerini kırıp geçirmelerini önleyecek “genel güvenliği” sağlamaktır. Dolayısıyla bu kuruluş ereğine en uygun devlet biçimi de mutlakiyetçi hükümdarlıktır.
Aydınlanma felsefesini başlatan John Locke ise bunun tam karşıtını düşünür. Ona göre kuruluş nedenine en uygun devlet biçimi ancak liberal devlet olabilir. Çünkü insanın daha “doğal durum”unda(=Doğal durum: Toplumun —devletin— bir sözleşme ile kurulmuş olduğu varsayımında, toplum oluşmadan önceki, insanların dağınık yaşadıkları durum)
bile bedeni ve bedeni ile —kolunu, kafasını kullanarak— meydana getirdikleri —malı mülkü— üzerinde doğal bir hakkı vardır. Devlet de, bu ve bunun gibi olan hakları korumak için kurulmuştur. Haklar da ancak özgür bir ortamda en iyi korunabilir —Locke liberal devlet felsefesinin önderlerindendir—. Hakların korunmasını güvence altına alabilmek için, “yasama” ve “yürütme” erklerinin birbirinden ayrılması gerektir.
Locke’un “hukuk devletinin temeli olan bu savını Fransız Devrimini düşünceleriyle hazırlayanların başında yer alanlardan
Montesquieu(1689- 1755) daha bir geliştirecektir: Montesquieu yasama ve yürütme erklerine bir yargı erkini ekleyerek “erklerin ayrılması” ilkesine bugüne kadar geçerli kalan son ve tam biçimini kazandırmıştır. Bu ilke bu biçimiyle çağdaş hukuk devletinin hep başlıca temellerinden biri sayılmıştır. Montesquieu’ nün belirtilmeye değer bir yönü de “tarih” anlayışı”dır Yasalar, diyor Montesquieu, iklim, töreler, ulusun karakteri vb. ile ilgilidir. Bu da kültürün bir alanı olan hukukun genel bir şema olmayıp, her toplumda bireysel bir nitelik kazandığı savıdır. Bu da usçu Aydınlanmada pek rastlamadığımız bir görüştür.
1789 Fransız Devrimine düşünceleriyle yol açan —bu devrimi özellikle duygu yönünden besleyen— biri de
Jean Jacques Rousseau (1712 - 1778) dur. Onun bundan başka asıl önemi de; Avrupa’nın Renaissance’tan beri oluşan yeni kültürünün, kısaca Aydınlanmanın ilk olarak dökümünü yapan, bilançosunu çıkaran olmasıdır. “Bu kültür neyi başarmış, neyi başaramamıştır; iyilikleri yanında ne kötülükleri olmuştur?” sorusunu ilkin eleştirel olarak ortaya koyup yanıtını arayan odur. “Bilimler ile sanatların yeniden doğması Renaissance’tan bu yana olan gelişme— ahlâkın düzelmesine yaramış mıdır ?“ sorusuna Rousseau “hayır?’ der. Çünkü ona göre, erdem ve mutluluk ancak yalın ve doğal ruhlarda bulunabilir. Bilim ve sanatların ağır bastığı yerlerde —günündeki gibi— ancak yozlaşma vardır, ayrıca bu yozlaşmanın başlıca nedenlerinden biri de eşitsizliktedir. Eşitsizliği, hak ve haksızlık kavramlarım getiren, bencilliği yerleştiren, özel mülkiyet olmuştur. Geriye, doğal duruma dönülemeyeceğine göre, kültürü yeniden doğaya yaklaştırmakla şimdiye kadarki gelişmenin olumsuz sonuçları, bir yere kadar da olsa, giderilebilir. Bunun için de bir yandan insan, tüm yanlarını geliştirecek doğal bir eğitimle yetiştirilmeli; öbür yandan da toplumun, her kesin doğal haklarını güvence altına almış bir biçimi olmalıdır. Devletin dayanağı insanın doğasında yerleşik olan özgürlük ve “hak eşitliği” duygusudur. Doğanın istediklerini yerine getirmek, doğa yasalarını gerçekleştirmek, devletin ödevidir. “İnsan özgür doğar, ama kendisini hep birtakım zincirlerle bağlanmış bulur”: Bu uygunsuzluğu gidermenin yolu, insanın kendi sinin istediği, kendisinin onadığı bir devlet biçimini gerçekleştirmektir. Bunun için de yurttaş, bütünün iyiliğini gözönünde bulunduran bir toplumsal bilinci varlığının temeli olarak duyacak gibi yetiştirilmelidir.
Bu düşünceleriyle Rousseau bütün çağdaş demokrasilerin’ öncüsü olmaktadır. Rousseau Renaissance’tan beri gelişen yeni Avrupa kültürünün yani Aydınlanmanın— bir bilançosunu çıkarmıştı. Belirtildiği gibi bu bilanço olumlu değil. İnsanlık kültürünün göz kamaştıran bir gelişme ve ilerleme içinde bulunduğuna inanan bir çağın ortasında Rousseau bu kültürün insanı gerçek doğasından uzaklaştırıp tekyanlı ve mutsuz yaptığını söylemeye varmıştır. Rousseau’nun felsefesi” duygu”yu, bu usdışı olan yetiyi insan yaradılışının tek gerçeği diye ileri sürmekle, akla büyük inanı ve güveni olan Aydınlanmada çok önemli - bir değişmenin belirtisi olmuştur. Rousseau Aydınlanmayı sona erdirecek —hiç olmazsa sarsacak— anlayışların başlıca kaynaklarından biridir.
Rousseau’nun gününün kültürünü ağır bir eleştiriden geçirmesine karşılık, Fransız Aydınlanmasının en tutarlı önderlerinden Voltaire, gününü —yani Aydınlanma çağını— insanlık tarihinin en parlak bir dönemi diye anlar, çünkü ona göre, akıl insan -doğasının özüdür. Tarih de, aklın gelişmesinin sürecidir. Aydınlanma çağı da akıl ışığının en çok parladığı evredir.
Bilinen Aydınlanma şemasından ayrılan bir düşünür de İtalyan Vico (1688-1744) dur. Vico, Aydınlanmanın akla güvenmesi bakımından başlıca dayanaklarından olan “doğa bilimi” ile “matematizm”e karşı çıkanlardan ilkidir. Ona göre, insan ancak kendisinin yapmış olduğunu bilebilir. İnsanın kendisinin yaptığı da ta Tarih ise Tanrısal ‘bir planın gelişmesidir ve bu gelişmedeki evrelerin her biri kendi içlerine kapalı, kendilerine özgü değerleri ve biçemleri olan kültür yapılarıdır. Vico, tarihte gelişen -Voltaire’in düşündüğü gibi- genel bir şema değildir, ağırlık merkezleri kendilerinde bulunan ‘bireysel değer sistemleridir, diye düşünmekle Aydınlanmanın dışına çıkmaktadır.
Alman yazar ve düşünürü Herder (1744- 1803) de tarihi bu açıdan görüp yorumlar. Ona göre tarih doğa içindeki gelişmenin kültür alanında sürüp gitmesinden başka bir şey değildir. Her biri kendi özel koşullarının sonucu olan uluslar insanlık denilen bir bütün içinde yer alırlar ve her biri insanlığın özünü daha bir açığa çıkarmaya çalışır. Çünkü tarihin ereği: İnsanlıkta barınan doğal olanakları tam olarak gerçekleştirmektir.
Bu son düşünürler —Rousseau, Vico ve Herder— ile Aydınlanma çığını artık kendisini oluşturan ilkelerin dışına çıkmıştır. Ancak, 18. yüzyıl Aydınlanmasını asıl sona erdirecek olan Kant’tır. Çünkü Kant, Aydınlanmanın pek güvendiği aklın ne yapıp ne yapamayacağını kesin olarak ortaya koyacaktır.
Kant
Immanauel Kant (1724- 1804) bir yere kadar Aydınlanma felsefesi içinde yer alır: O da bu felsefe ile yetişmiş felsefenin sorunlarını işlemiş, ancak bunlardan çıkardığı sonuçlarla aydınlanma görüşünü aşmıştır. Renaissance’tan beri oluşan gelişmenin Kaat büyük ölçülü bir hesabını çıkarmıştır. O bir dönüm noktasıdır: Çünkü bir yandan kendisinden önceki düşüncenin bütün çizgilerini felsefesinde toplar; öbür yandan kendisinden sonraki başlıca akımlar da doğrudan doğruya ondan çıkarlar, ya da dolaylı olarak dönüp dolaşıp ona varırlar. Nitekim 19. yüzyılın ilk yarısını kaplayan Alman İdealizminin çıkış noktası Kant felsefesidir. 19 - 20. yüzyıl sınırları ürerinde gelişip yakın zamanlara kadar ulaşan “Yeni Kantçılık” çığırının kaynağı da—adından da anlaşılacağı gibi— yine Kant felsefesidir.
Kant’ın öğretisinin baş özelliği bir
eleştiri felsefesi olmasıdır. Nitekim bu felsefeye “eleştiricilik” de denir. Kant kendisinden önceki felsefeyle tartışmasını eleştiri açısından yapmış, kendisinden sonrasını da yine eleştiri anlayışıyla etkilemiştir. Üç büyük yapıtının adlarına “eleştiri” —antik— sözcüğünü koyan Kant “eleştiri” derken ne anlamaktadır? Eleştirmek, elemek, ayırt etmek de demektir. Kant Aydınlanmanın bütün yaşama kılavuz yapmak istediği, her bilgi alanında başarısına başarabildikleri ile başaramadıklarını ‘birbirinden ayırt etmeği, bu bakımdan bir eleme yapmayı amaçlar Bütün sisteminin dayanağı olan “Salt Aklın Eleştirisi” adlı baş yapıtı şu konuyu araştırmayı ödev edinir: Bilginin niteliğini gösterin eleştirisini yapmak, yani şu ya da bu bilginin geçerlik —doğruluk savlarının yerinde olup olmadığını ayırt etmek Kitap şu düşünce ile başlar: “Bütün bilgimizin deney ile başladığına hiç kuşku yoktur. ‘Bilgimiz deneyle başlar ama, bundan dolayı, bütün bilgilerimiz deneyden çıkmaz. Çünkü deney bilgimiz bile, izlenimler ile bilgi yetimizin kendinden katmış olduklarının bir bileşimi olabilir. Kant için önemli olan da “bilgi yetimizin” bilgi sürecine kalmış olduklarıdır; bir başka deyişle bilen öznenin kendisinde nesne ile karşılaşmadan önce bulunan önsel bilgi ögeleridir. Kant’ın önsel bilgiye bu ilgisi, deneyle bağlantısı olmayan metafizik eleştirisini yapmayı gözönünde bulundurmasından, öbür yandan da önsel bilgiyi sonsal olan deney bilgisinden üstün saymasındandır. Çünkü önsel bilgi zorunlu ve tümel geçerliliği olan yargılara vardırır. Kant’ın aradığı hem nesnelerle bağlantısı olan, hem de nesnelerle ilgili önermelerimizi tümel geçer yapan yargılardır; onun deyişiyle “bireşimsel - önsel yargılar”dır; nerede, hangi bilgi türü bu çeşit yargılardan oluşmuşsa o bilgi sağlamdır.(a priori/ a posteriori (Lat) önsel/sonsal)
Duyu bilgisinin salt —önsel— ögeleri kavram değil birer görü olan uzay ile zamandır. Dışı dünyası bu iki salt öğe içinde bilindiğinden, bu dünya ile ilgili bilimimiz, matematik de sağın bir bilgidir. Fizik ise bir başka bilgi yetimizin, anlığın salt —önsel— kavramları ve yargılarıyla oluşur. Bu salt kavramlar ile yargılar “doğa” adını verdiğimiz görüngüler dünyası için bir çerçevedir. Fiziğin sağın bir bilim olması’ bundandır. İmdi, Kant’ın bilimselliğin ölçütü diye aldığı “bileşimsel - önsel yargılar” metafizikte de var mı? Yok, çünkü metafizik tek başına salt akılla duyulurüstü olan bir dünyayı kurmaya girişiyor. Oysa “duyulur”dan kopunca aklın salt kavramlarına, “ide”lere ulaşılır. İdeler, deney dünyasında kendilerine hiç bir nesnenin karşılık olarak bulunmadığı kavramlardır: Ruh, evren, Tanrı ideleri metafiziğin öteden beri ele aldığı üç başlıca idedir. Ancak, Kant’a göre, sağlam bilgi veri ile düşünce birleşirse elde edilebilir. “Görüsüz –duyumsuz- kavramlar boş, kavramsız görüler kördür”. Salt aklın ürünü olan ideler boş kavramlardır; deneyden kopmuşlardır. Onun için düşünce bu idelerde ancak birtakım kuruntuları bulur karşısında; bu yüzden çelişmelere düşer, çatı saplanır. Bundan dolayı, akıl yalnız başına, doğrudan doğruya bir şey bilemeyeceğine göre, bu yetimizle ilişkili bir bilgi olan metafizik de, bir matematik, bir fizik gibi sağlam bir bilim olamaz,
Kant “anlık, görüngülere yasalarını dikte eder” der ve bu düşüncesini Kopernik Devrimine benzetir. Çünkü, ona göre, biz de deneyden önce olan birtakım ana kavramlar var; biz bunları deneyin içine yerleştiririz; bunu yapmakla da deneyi bir çerçeve ve içine almış oluruz; ona bir düzen kazandırmış, onun çokluğunu, eşitliliğini bir birliğe bağlamış oluruz. Bunun böyle olması da, bilgide anlığın etkin duyarlığın edilgin olması yüzündendir. Duyarlığın sağladığı verileri biçimlendiren anlıktır. Anlığın görüngülere “dikte ettiği” yasalar, benimsettiği biçimler -formlar- nelerdir? Başlıcaları: bir “şey olmak”, “bu şeylerin bir niteliği olması”, “bunların aralarında zorunlulukla bağlı olmaları”, “birbirleri üzerinde karşılıklı etkide bulunmaları”. Bütün bunlar deneyin kendisinde yok; bunları ona anlık aktarıyor ve böylece de içinde birtakım nitelikleri olan, ve aralarında etkileşen “şey”lerden kurulmuş bir varlık ortaya çıkıyor ki, bu da bizim “doğa” dediğimizden başka şey değildir. Demek ki bilen insan bir bireşim ile “çokluğu” bir “birlik” haline getiriyor, bir “karmakarışıklığa” bir “düzen” kazandırıyor.
Felsefenin Evrimi-Macit Gökberk-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları-1979

19. YÜZYIL FELSEFESİ
Felsefe tarihçilerinin, geleneksel sınıflamasına göre, 17.yy. da başlayan modern felsefe üç yüzyıllık bir dönemi kapsamaktadır.
Modern felsefe, skolastik düşüncenin, tanrımerkezci ve uslamlamacı çözümlemelerine karşıt savlarla biçimlenmiştir. Modern dönem, ortaçağın aşamalanmış varlık anlayışını yıkan, insana daha merkezi bir rol veren yaklaşımlar ile karakterize edilebilir.
Felsefe tarihini izleyerek, düşünürleri anlamaya çalışanlar için, dönemin fonundaki tarihi süreci göz ardı etmenin, anlama sorunlarını arttıracağını düşünmekteyiz.
Avrupa, 19.yüzyıla Fransız İhtilali sonrası Napolyon savaşları ile girmiştir. Koalisyon savaşları hemen tüm Avrupa’yı yeni düşüncelerle tanıştırmış ve geride kaotik bir ortam bırakmıştır. Avrupa sahnesine yeniden düzen verilmesi çabaları, yüzyılın ilk çeyreğini de belirleyen gelişmelere neden olmuştur.
Çağa damgasını vuran diğer olgu da, İngiltere’nin öncülüğünde başlayan ve diğer Batı Avrupa güçlerine yayılan Sanayi Devrimi’dir. Önceki iki yüzyılda bilimlerdeki ilerleme ivmelenerek teknolojideki gelişmeler ile sürmüştür. Bilimin, yaşama edimsel yansıması olan teknik, hızlı dönüşümlerin dinamik gücünü oluşturmuştur. 19.yy.daki olgucu, sosyalist, liberal, milliyetçi görüşlerin ortaya çıkmasını ancak bu gelişmeleri dikkate alarak anlamlandırabiliriz.
Yüzyılda olup bitenlerin bütüncül çerçevesini verdiğimiz tablo ve kısa açıklamalara, sayfamızdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.
Aşağıda, yüzyıla egemen olan düşünceleri özetleyen alıntı metinleri sunuyoruz.

19.yy.Felsefesi
Başlıca Akımlar

XIX. yüzyılın en belirgin özelliklerinden biri, dizgeler oluşturmaya oldukça güçlü bir eğilim duymuş olmasıdır: Bireşim, çözümlemeye üstün tutulmuştur. Yüzyılın başında, bu eğilim özellikle Alman idealizminde ortaya çıkmaktadır. Kant anlığın yaratı işlevini vurgulamış olduğundan, bu düşünce yayılmış ‘ romantizmin oluş-düşününe katılmıştır. Bundan da, Johann Gottlieb Fichte’ in (1762-1814), Friedrich Wilhelm Joseph Schelling’in(1775-1854) ve özellikle Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770-1831) idealist dizgeleri ortaya çıkmıştır. Hegel, gerçekliği, sav ve karşı-sav ile yeni bir bireşime giden saltık usun diyalektik gelişimi olarak tasarımlamaktadır. Hegelci felsefe, bütünsel bir usçuluk olup aynı zamanda hareketli ve evrimci karakteriyle de oldukça romantiktir.
Bilimlerden türemiş olan birçok dizge, kısa bir süre sonra, bu idealizmin yerini almıştır. Öncelikle, Alman maddeciliğiyle birlikte Ludwig Feuerbach’ı (1804-1872), Jakop Moleschott’u (1822-1893), Ludwig Buchner’ı (1824-1872) ve Karl Vogt’u (1817-1895) analım. Bu kişiler, ruhun varlığını bile yadsımakta olup köktenci bir belirlenimciliğin (determinizm) yandaşıydılar.
Bundan başka, Fransa’da August Comte’ca (1798-1857) kurulmuş ve ardıllarının İngiltere’de John Stuart Mill (1806-1873), Almanya’da Ernst Laas (1837-1885) ve Friedrich Jodl’un (1848-1914) başı çektiği olguculuğu anmamız gere gerek. Bu kişilerin tümü için, felsefe, mekanikçi açıdan düşünülen bilimin bir bireşiminden başka bir şey değildir. Bu iki eğilim. Charles Darwin’in (1809-1882) ünlü Türlerin Kökeni (1859) adlı yapıtında ortaya koymuş olduğu ve türlerin evrimini salt mekanikçi bir anlayışla inceleyen öğretiden büyük ölçüde yüreklilik almışlardır. Böylelikle romantik ve Hegelci evrim düşünü bilimsel bir temel kazanmış ama aynı zamanda da mekanikçi bir açıklamaya yönelmiştir. Evrensel bir öğreti olmuş ve tekçi bir evrimciliğe götürmüştür. Temel savunucuları arasına Thomas Henry Huxley’i (1825-1895) ve özellikle de Herbert Spencer’i (1820-1903) katmıştır. Ernest Haeckel ise (1834-1919) en tanınmış vülgarizatörü olarak boy göstermiştir..
1850-1870 yıllarında, mekanikçi evrimcilik ve çoğu kez de maddeci evrimcilik Avrupa’daki baskınlığını koruyacakmış gibi gözüktü. Ancak 1870’lere doğru, önce İngiltere’de Thomas Hill Green (1836-1882) ve Edward Caird (1834-1908) ile, sonra Almanya’da önemli bir okulla, Otto Liebmann’ın (1840 1912), Johannes Volkeltin (1838-1930) ve örgütlü bir öğretim merkezi yaratan Marbourg ve Bade okullarının temsil ettiği yeni-kantçılıkla bir idealizme dönüş başgösterdi. Fransa’daysa Charles Renouvier (1815-1903) yeni-eleştiricilik akımını başlatmaktadır. Bir başka önemli Fransız idealistiyse Octave Hamelin’dir (1856-1907). Ancak bu öğreti, ağırlığını sadece saltık biçimde ortaya koyamamıştır; öyle ki güçlü olgucu ve evrimci eğilimler yüzyılın sonuna dek birlikte ayakta kalabilmişlerdir.
Böylelikle, XIX yüzyıl Avrupa düşüncesinin gelişiminde üç dönem ayırt edilebilir. İdealizm, evrimci bilimcilik, ve bu iki akımın bir arada varolması. Karşıtlıklarına rağmen, her iki akımda da ortak özellikler vardır: dizgeci olma eğilimi, deneysel dünya karşısında kararlı bir usçuluk, fenomenler ötesi dünyaya sızabilmeyi yadsıma ve hatta fenomen dünyasının yadsınması ve son olarak, insan varlığını, saltık ya da evrensel evrim içinde temellendiren tekçi eğilim. Usçuluk, fenomencilik, evrimcilik, tekçi anti-kişiselcilik ve büyük dizgelerin kurulması geniş ölçüde, XIX. yüzyılın çehresini ortaya koyan özellikler olmaktadır..
İkincil Akımlar
Bununla birlikte, idealizmle olgucu evrimcilik, zamanın düşüncesine egemen olan biricik akımlar değillerdir. Bu ,akımlara koşut olan daha az önemli ve görünüşte pek büyük bir etki bırakmamış, ancak etkisinin gerçek önemi yine de az olmayan iki eğilim daha gelişim göstermiştir.
Romantizmden çıkan usdışıcılık, öncelikle, Hegelci usçuluğa karşı cephe almaktadır. Usdışıcı akımın sözcüsü, Arthur Schopenhauer’dir (1788-1860). Schopenhauer’e göre, saltık olan us değil, kör ve usdışı bir istençdir. Schopenhauer yanında yer alan ve bir din düşünürü olan Danimarkalı Sören Kierkegaard. (1813-1855), usçuluğa yöneltilen saldırıyı daha da ötelere götürmektedir. Daha önceleri, Fransa’da, buna benzer ancak daha az belirgin istenç ve usdışıcı bir eğilim, François-Pierre Maine de Biran’ca (1766-1824) savunulmuştur.
Bu yüzyılın daha sonraki bir döneminde, usdışıcılık, bilimci usçuluğa bir saldırı yöneltmiştir; bu saldırısında, Darwinci evrim kuramına dayanmaktadır. Bu akımın peygambersi sözcüsü, yaşam atılımının usa üstünlüğünü ileri süren, tüm değerlerin yeniden gözden geçirilmesini öngören ve bir üst-insan inancı yaratan Friedrich Nietzsche’dir (1844-1900). Wilhelm Dilthey’ın (1833-1912) felsefesi de kaynağını evrimcilikten almaktadır. Dilthey, tarihin öncelliğiyle felsefenin göreceliğini savunmaktadır. Görececilik, özgün bir biçim altında, Georg Simmel’in (1858-1918) kişiliğinde de kendisine bir sözcü bulmuştur.
XIX yüzyılın felsefi düşüncesinin öteki ikincil akımıysa, metafiziktir. Bu okulun filozofları, fenomenlerin ötesinde yer alan bir dünyaya ulaşabileceklerini ileri sürmektedirler. Bunlarda, somut insanın sorunlarının daha geniş şekilde kavranmasına bağlı metafizik çoğulculuk eğilimleri sık sık gözlemlenebilmektedir. Ancak metafizik bu dönemin önemli bir okulu olmamakta, düşünürleri yalıtılmış olarak kalmaktadır.
Çağdaş Avrupa Felsefesi-J.M.Bochinski-Çeviren: Serdar Rifat Kırkoğlu- Kabalcı Yayınevi.
19. Yüzyılda doğa ve tarih bilimlerinin gelişmesi ve Hegel Okulunun dağılması
1830 - 40 yılları arasında özellikle Almanya’da en yaygın olan felsefe okulu Hegel Okulu idi. Bu da özellikle Hegel felsefesinin kapalı ve mantıksal bir dizge (sistem) oluşundan ve yönteminin ve ilkelerinin çeşitli dallara uygulanabilmesinden ileri geliyordu. Bu dizgenin kapalı ve mantıksal oluşu Hegel’in felsefesini bir okul yaratmaya elverişli kılıyordu. Bu Hegelci okul yalnız filozofları değil, kültür bilimleriyle uğraşanları da, hukukçuları, iktisatçıları, sanat tarihçilerini de içine çekmiştir. Bu yayılmanın bir nedeni de Hegel’e bağlı olanların Prusya Devletinden büyük yardım görmeleridir; giderek Hegel felsefesi hemen hemen Prusya’nın devlet felsefesi olmuştu. Hegel öldüğü zaman felsefesi bütün Alman üniversitelerine egemendi herbirinde profesörlerden temsilcileri vardı. Ama Hegel’in ölümünden hemen sonra okulu çeşitli partilere ayrılmıştır. Hegel, örneğin Kant kadar yaşasaydı okulunun yıkılışını görecekti.
Alman felsefesi 19. yüzyılın ortalarında, Hegel’in ölümünden (1831) aşağı yukarı 1870 yılına değin, bu yüzyılın başlangıcındaki dış görünüşü gibi parlak bir tablo göstermez. Felsefe kültür yaşamı üzerindeki etkisini gittikçe yitirir. Hegel’in felsefesi gerçi ölümünden hemen sonra gelen yıllarda geniş alanlarda tanınıyor ve etkisini gösteriyordu, ama felsefenin tablosu gittikçe biçim değiştiriyordu. Dünya görüşünde gittikçe artan idealizmden ve fizik ötesi spekülasyonlardan yorulmuştu bu yüzyıl ve daha temelli görüşler istiyordu. Dev adımlarıyla ilerlemeye başlayan yeni doğa bilimi büyük rol oynadı bunda. Bundan dolayı 19. yüzyıla tarih yüzyılı dendiği gibi doğa bilimi yüz yılı da denmektedir. Hegel’in önsel (a priori) ilkelere dayalı doğa felsefesinin yerini doğa araştırıcıları çevresinde tümevarım yöntemiyle yapılan sağın araştırmalar aldı. Genç kuşaklar Hegel’in derslerinin dinlendiği salonlar yerine doğa araştırıcılarının laboratuvarlarına gitmeyi yeğlediler.
Hegel felsefesinin dağılmasında —bir bakıma yıkılmasında— hem içten —Hegel’in kendi felsefesinde açık bıraktığı yerlerden— hem de dıştan gelen nedenler var. Dış nedenler arasında gözleme ve deneye dayalı bilimlerin Hegel okuluna karşı koyuşunu ve doğa biliminin gelişmesini, bir de tarih araştırmalarını gösterebiliriz. Özellikle 1840-60 yılları arasında gelişen pozitif bilimlerin sağın (exacte) olguları bulmak, saptamak ve bundan yasalara varmak olan tutumu karşısında Hegel felsefesi bir çeşit kavramlarla oynayan, yapay bir kuruluş etkisi yapıyordu. Hegel’in doğa felsefesi, doğa biliminin gözünde bir oyundan başka bir şey değildi.
Bu doğa biliminin gelişmesiyle de Hegel’in idealizmine karşı bir materyalizm doğmuştur. Çıkış noktaları da şuydu: Gerçek olan şey gözleyebileceğimiz şeydir. Bizim için önemli olan ölçebilmek ve tartabilmektir. Ama bu ölçü ve tartı da ancak maddesel olan şeylere uygulanabilir. Öyleyse asıl gerçek bu uzay ve zaman içinde bulunan cisimler dünyasıdır. Bu maddesel olan şeyler arkasında bir gerçek aramaya kalkmamalıdır. Tek gerçek maddedir.
Materyalizm 19. yüzyılda doğmuş ‘bir akım değildir, kuramsal bir görüş olarak her kültür döneminde bulunabilir. Maddeyi evrenin ilkesi yapan eski Grek Atomcularından Leukippos ve Demekritos’tan beri bu materyalist düşünce çeşitli biçimlerde ortaya çıkmış, Hıristiyan Orta çağında bile büsbütün ortadan kaybolmamıştır. İngiltere’de 17. yüzyılda (Th. Hobbes), Fransa’da 18. yüzyılda (Lamettrie ve Holbach’ın “System de la nature”) ayrıca Aydınlanma yazınında yüksek düzeye ulaşmıştır. 19. yüzyılın ortasında beliren materyalizm ise Hegel felsefesinin yıkılmasında başlıca etken olmuştur. Bu akım Hegel felsefesinin idealizmine savaş açmıştır. Başlangıçta doğa gerçeğine duyulan ilgi, duyusal - maddesel dünyaya yöneliş sonunda atom - mekanik doğa açıklamalarına ve mekanik dünya tablosuna varıyor. Almanya’da özellikle genç doğa araştırıcısı Ludwig Büchner (1824-1899) materyalist hareketin öncüsü olmuştur. Büchner’in “Güç ve Madde” adlı yapıtı Alman materyalizminin İncili gibi görülmüştür bir aralık. Her gücün bir maddeye bağlı olduğu düşüncesi ile bu evrenin dışında olan herhangi bir yaratıcıyı kabul etmez Büchner. Böylece her şeyden önce ölümsüz bir ruha karşı savaş açılır. Canlı ile cansız arasında öz ayrılığı ortadan kaldırılır; canlı mekaniğin yalnızca karmaşık bir sorunu olarak görülür. Evrende ereklilik diye bir şey yoktur. Doğanın içinde ve dışında tin ülkesi diye de bir şey yoktur. Tanrı inancını da tanrıtanımaz Büchner —Feuerbach’la birlikte— insanın kuruntusu olarak görmüştür. Eğitimi, kültürü, bilimi insanlığın en iyi ustaları, öğretmenleri olarak göstermiştir. Ahlâk da, ona göre, materyalizm içinde sağlam bir dayanak bulabilir ancak, bu da bu dünyada yeterince bulunabilir. Materyalizm Alman felsefesinde Feuerbach ve Marks’ta en güçlü temsilcilerini bulmuştur.
Hegel felsefesinin yıkılmasının dış nedenleri arasında tarih araştırmalarını da gösterebiliriz Tarihçiler Hegel’in düşüncesindeki salt akla dayalı birtakım yapay kavram kuruluşlarına karşı çıkmaya başlamışlardı. Hegel’de tarih olgularına yeterince bir saygı bulunmadığını ileri sürmüşlerdi. Hegel’den sonraki dönemin büyük Alman tarihçisi Leopold von Ranke (1795 – 1846) “tarihteki olguların nasıl olup bittiğini görmek için ben’imi ortadan kaldırmak istiyorum”, “Ben tarihi nasıl geçmiş ise öyle görmek isterim, hiç bir zaman tarihi aklımın kurduğu biçimde görmeye çalışmam” der. Bu tarih okulunun görüşüne göre tarih öznel görüşlere değil de, arşiv belgelerine dayanan bir bilim olmalıdır.
Hegel Okulunun yıkılmasının nedenleri arasına okulun kendi içindeki parçalanmayı da katmak gerekir. Buna da Hegel’in felsefesinde açık bıraktığı bulanık bıraktığı yerler, özellikle din ve politika ile ilgili görüşleri neden olmuştur. Hegel’in kendisinin bağlı olduğu dine karşı tutumu nedir? Siyasal gelişmelere karşı tutumu nedir? Bu iki soruya kesin bir yanıt verilemez Tanrı öğretisi, kişisel ölümsüzlük, İsa’nın kişiliği üzerindeki öğretilerde Hegel açık ve seçik değildir. Siyasal sorularda da aynı bulanıklığı gösterir düşünceleri. Bu iki soru karşısında da. Hegel iki yana da kaçan, bulanık olan ve çift anlam taşıyan bir tutum takınmıştır ki, bu kendisinden sonra okulunun gidişini de belirleyen bir yol olmuştur. Hegel’e bağlı olanlar bu iki yana kaçan anlatımlar yüzünden birbirine karşıt olan görüşler geliştirebilmişlerdir. Böylece Hegel Okulu sonradan sağ ve sol kanada bölünecek olan bir anlaşmazlık içine girmiştir. Hegel’in felsefe dizgesinde tutucu öğeler vardı. Kendisi de tutucu karakterde idi. Siyasa alanında tutucu düşünüşü ile hertürlü devrimin karşısında idi. Dine karşı olanlarla da birlik olamazdı. Çünkü kendisi tutucu idi. Din geleneğin getirdiği bir şeydi, gelenek ise Hegel’in en çok önem verdiği bir şeydir. Oysa Hegel’in dialektik yöntemi bir yadsımaya, varolanın kaldırılmasına götürüyordu. Tarihin eytişimsel (dialektik) gelişmesi düşüncesinde devrimci bir ruh saklı idi. Bu tarih görüşünde, tarihin, ayaklanmalarla, devrimlerle yürümekte olduğu düşüncesi gizli idi. Tarih savaşlar, devrimler içinden geçerek gelişiyordu. Oysa tutuculuğu kendisini her türlü devrimin karşısına koyuyordu..
İşte Hegel’in din ve siyasa sorunlarına karşı kesin bir tutum takınamamış oluşu, okulunun ikiye bölünmesine, sağ Hegelcilerle sol Hegelcilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Hegel Okulunun sol kanadı Strauss ve Feuerbach’la sonunda materyalist akımla birleşmiştir.
Bedia Akarsu- Çağdaş Felsefe-Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları